Sel Yayınları 2020’de Jean Teulé çevirilerine yeni bir kitap daha eklemişti: Dansa Davet. 2023 baskısı elimde olan kitap, 13. baskıyla Türkiyeli okurun hayli dikkatini çekmiş gözüküyor. Üzerine çeşitli incelemeler kaleme alınmış kitap, isminden de anlaşılabileceği üzere dans bağlamında bir yazıyı da hak ediyor. Haliyle Türkiye’de dans adına gerçekten bir şeyler yapma amacı taşıyan Kineo Dergi’de kitabın bu açıdan incelemesinin yer alması, hem kitaba farklı bir bakış açısı kazandıracağından hem de dans ve edebiyat birlikteliğini (dans yazımı bağlamında değil ama kurguda dans ve figürlerin betimlemesi anlamında) perçinleyeceğinden bu şahane kitap hakkında yazmasam olmazdı. Bir önceki yazımda incelediğim Baum’un Oteldekiler’i gibi bu kitabı da dansı merkezde tutarak incelemeye çalışacağım, bir edebiyat tarihçisi adayı olarak.
Teulé, kitabında tarihe geçmiş, benim açımdan pek histerik bir olayı yazıyor: Dans Vebası. Esas olarak 1374’lerde Almanya’da başlayan dans salgını, kitaba konu olan Strazburg’a 1518 yılında yayılıyor. Bu psikososyal hastalık, dönem Avrupa’sının yoksulluğu göz önünde bulundurulduğunda bir çeşit karşı koymayı ifade ediyor. Bu dönemde Avrupa, ciddi bir kıtlık içerisinde. Papazlar halkı sömürmekle meşgul (endüljans satışları, cenneti vaadeden konuşmalar vs.). Aç kalan aileler bebeklerini yemeye, parşömenleri yutmaya, sokağa atılan dışkıları kemirmeye, fare avlarına çıkmaya başlıyor. Bu iç karartıcı manzara karşısında susuzluk, çeşitli salgınlar, ölü yiyicilik dahil olunca halk,aklını yitirmeye ve tam da bu yüzden gerçeklikten uzaklaşmaya başlıyor. Beyinleri bir çeşit savunma mekanizması üreterek kendi gerçekliğini yaratıyor. Böylelikle hayatın tüm bahtsızlıklarını yemeden, içmeden ve durmadan, ölene kadar dans etmekle kırıyorlar. Dönemin ruhban sınıfının düşüncesi, dansın şeytanın bir felaketi olduğu doğrultusunda. Bilinçlerini tamamen kaybetmiş, çılgınca ve ölümüne dans eden bu topluluk için din de yaşam da hiçbir şey ifade etmiyor nitekim. Bilinç dışı faaliyetle gerçeklikleri saf özgürlük olan, anarşik bir dans etme eylemine sürüklenen insanlar, Teulé’ninkitabında gerçekçi bir üslupla kaleme alınıyor. Bir defin işlemi sırasında yaşanan ani duygusallık ile matemlilerin dansı, bu pek acı hastalığın en karanlık tarafını gösteriyor:
“Dökme demir kapıdan geçince, iki yanı mezarlarla dolu bir yo boyunca, mevtanın tabuta çarpma seslerini duyan birkaç matemli, tabutun kenar tahtalarına çarpan naaşın temposuna uyarak ayaklarını yere vurmaya başlıyor. Kimileri bunu davul sesi olarak algılayıp bir çağrı hissediyorlar. Bir kas cinnetine kapılarak kollarını sallamaya başlıyorlar ve cenaze töreninin sonu dansa davete varıyor. Hiç kuşkusuz acının içlerini kaplamasına boyun eğmemek için, bilinçaltına itilmiş yasakları alt ederek, kendinden geçişle kaçış yoluna kavuşuyorlar, düşünceleri matemin kederinden kaçıyor. Yüksek bir bunaltı düzeyi gerçeklikle bağlarını kaybetmelerine yol açıyor.” (Syf. 54)
Hastalık anlatısı, kitap özelinde sütten kesildiğinden bebeğini nehre bırakmak durumunda kalan Enneline üzerinden anlatılıyor. Enneline, dans vebasını yayan ilk kişi olarak olayların gidişatında çok daha kötü bir hal alıyor. Gravürcü eşi çaresizliğin sınırlarında debelenirken asla bitmeyen aşkı ve umuduyla Enneline için çabalarını eksik etmiyor. Bu karanlık çağın umut dolu karakteri Melchior’un karşısında kendisini tamamen umutsuzluğa sürüklemiş, hastalıklar ve dönemin kasvetinden çaresiz düşmüş Attale yer alıyor. Eşi Jérôme ile birlikte yeni doğan kız bebeklerini kıtlıktan dolayı yemek zorunda kalmış ailenin, içler acısı, biilaç durumda kötülüğü kabullenmekten başka bir şey gelmiyor ellerinden. Bebeklerinin anısını yaşatmak için kafasını şöminenin rafında tutan Attale, kendi tedavisini ahlaksızlıkta buluyor:
“Jeu-des-Enfants Sokağı’na bakan pencerenin küçük renkli camlarından süzülen bir güneş ışığı karı-kocanın kopkoyu elemini delip geçiyor: “Tanrı sizi bağışlasın!” Bu sırada Attaletenini dalgalanan bir bayrak gibi şaklatıyor, Tanrı vız geliyor ona, hatta Cehennem bile. Uzayan bir baş dönmesi, sanki bakışları buğuyla kaplı, kasvetli bir sürü şeyle dolu kalbiyse bitler, kaşıntılar, cerahatli çıbanlar arasında çarpıyor. İffet hepten sineye çekilmiş, Attale teselliyi ahlaksızlıkta arıyor, yükseklere hoplayıp zıplayarak, kendi etrafında dönüp durarak. Kocası çılgın gibi çırpınıyor kadının altında, soluksuz kalıncaya kadar durmadan kıvranıyor bir solucan gibi. Oynak vücutlarıyla, uygunsuzlukta ne aşırılık, umutsuz insanlara özgü ne alçalmış içindeler… Çavdar küfü gibi onlara anlık bir unutuş sağlayan sarsıcı bir hummaya atıyorlar ruhlarını. Böyle iki kişi dans etmek bir bütüne katılıyor olma izlenimini veriyor. Kişisel utançlarıyla daha az yalnız hissediyorlar ansızın kendilerini. Sessizlikte, küçük kızının aralık ağzından sinekler çıkarken, endişenin çatlaklar açtığı zihinsel yapısıyla Attale bakışlarını kocasına doğru çeviriyor:
“Güneş sensin. Parlak nurunu saç üstüme!”
Utanma sıkılma diye bir şey kalmamış. Onları kapatmak, şehirden uzağa bir yere koymak gerekliydi tıpkı cüzzamlılara yapıldı gibi. Bedenlerinin azgın dalgalarına kapılmış ağır duygusal çöküntüyle, çekilebilecek ıstırabın en beterini çekiyorlar birlikte:
“Ah, bunu atlatıp iyileşmemiz gerektiğini söyleme bana sakın!”
Merhamet, şefkat; sarsıcı bir gösteri bu, ama sonra suya düşüyor!” (Ss. 30-31)
Kıtlık, histeri ve felaketler döneminin insanları hakkında bilim adamlarının yaptığı açıklamalar, dönemin içler acısı durumunu betimlemekle birlikte insan zihninin karmaşık yapısını da belirgin kılıyor:
“Heyecandan kaynaklanan derin bir bunalımın kurbanı bu dansçılar, tıpkı uyurgezerlikteki gibi, rahatsızlıklarını böyle dışarı vuruyor olsalar gerek.” (Syf. 25)
“Belki sur içine kapatılan bir grup söz konusu davranışın ilerleyen senkronizasyonuyla apayrı bir bütün oluşturabilir. Dolayısıyla bu durum, dans salgını gibi acayip bir şekle bürünen aşırı sefaletten kaynaklanıyordur; ıstıraba gömülmüş bir şehrin dayanılmaz gerçekliğinden kaçmanın, hele de yoksul düşmüş halk için, tek yolu dans.” (Syf. 25)
Bu açıklamalardan hareketle dansın burada bir çeşit bilinç dışı eylem olduğunu söylemek mümkün. Nitekimkitapta Teulé’nin betimlediği dans figürlerine bakıldığında, gerçekten de dansın karşı duruşun simgesi haline geldiği anlaşılıyor: kalça sallamalar, yılan gibi kıvrılmalar, dönmeler; karol, rond, farandol ve saraband danslarını andıran hareketler.Toplumsal normlardan ve içerisinde bulundukları acizlikten arınma yolu olarak ölene dek dans etme düşüncesi, insan zihninde karşı koyma düşüncesinin bir çeşit metafor yarattığına işaret ediyor. Karşı duruşun simgesi olarak dans, bireyin zihnini ele geçirerek kendi gerçekliğini dayatıyor ve böylelikle gündelik ihtiyaçlara duyulan gereksinim -zihin berrak olmadığından- kayboluyor.
Karşı Duruşun Simgesi Dans ve Müzik!
Teulé’nin kitabından çıkarılacak bir sonuç var bence: dans anarşist bir eylem olarak bilinç dışı düzeyde bireyin zihninde kendi bağımsızlığını ilan edebilir. Bu durum dansın bir çeşit meditasyon, eylemsel bir rahatlama, nevrotik bir atak ve savunma mekanizması olduğunu gösteriyor. Teulé’ninkitabında önemli bir detay da hasta kişilerin kendi ritimleriyle hareket ederek ardısıra eklenen ritimlerle (nesnelere vurunca çıkan sesler, bağırtılar, topuk sesleri vs.) kendilerini dansa daha çok kaptırmaları. Yanısıra hastalıklı grup kalabalıklaştıkça pek ahenkli ritimler ve dans hareketleri açığa çıkıyor. Daha da önemlisi bu kişileri bir araya getirip onlara tedavi amacıyla müzik çalınıyor, karınları zorla doyuruluyor. Dans etmeyi bırakamayan insanlar altlarına yapıyorlar, şuursuzca.
Şuursuzluk anı, dansın meditatif etkisini gösteren bir kanıt aslında. Müslüman coğrafyalardan örnek verilirse, zikir eylemi sırasında yapılan hareketler hatırlanabilir. Zikir ayinlerinde de hipnotik bir evreye sürüklenir insan. Bilinç dışıyla karşı karşıyadır. Başka bir gerçekliği algılar. Burada diğer yazılarımda da örnek vermeden duramadığım The Doors of Perception’u da hatırlamak gerekir. Başka bir algıya geçmek, dansın en saf haline dönüşmek. Balerinler gibi, pointin acısını umursamadan, müthiş bir zihin akışıyla dans etmek. Böylesine yoksul bir toplumda elbette materyal dünyadan uzaklaşma olacaktı. Bazı keşişlerin ve dervişlerin yıllar boyunca yaptıkları meditasyonla erişilebilecek bir mertebeye erişmişlerdi, ne yazık ki kendi istekleri dışında.
Şu soruyu sormak lazım: “Bu hastalık nasıl yayıldı?” Bence tamamıyla dans eden kişilerin materyal dünyada hiçbir şey hissetmemeleri. Dönemin yoksulluğuna bakacak olursak hasta olmayan insanların bu hissetmeme mertebesine geçmek istemeleriyle olduğu söylenebilir. Elbette bu bir varsayım. Teulé, hastalığın iki çeşitle yayıldığını yazıyor: ilki temas yoluyla karşısındaki kişiyi hipnotik bir evrene sürükleyerek, ikincisi çaresizlikten kafayı yiyerek.
Kafayı yemek deyimi üzerinde durmak gerekir. Anarşist birey, kendi algısına göre hareket eder. Toplum tarafından bahsettiğim bu deyim üzerinden eleştirilir. Delilikler de aynı deyimle özetlenebilir, maalesef. Tam da burada normal olanın neliğine ilişkin sorular sormak gerekir. “Normali kim yaratır?” sorusu gibi. Dönemin ruhban sınıfı, pek katı kurallarla zenginliğine zenginlik katarken onlar tarafından günah, şeytanın işi olarak nitelenen bir eylemi (dans) gerçekleştirmek, bastırılmışlığın dışavurumundan başka bir şey değil gibi gözüküyor. İşte burada diyebiliriz ki bu insanlar açlığa, haksızlığa, baskılanmaya karşı seslerini duyurmaktan başka bir şey yapmıyorlar aslında. Anarşist bir eylemden tek farkı,bu kişilerin bilinç dışından gelen bir hareketle ve şuursuzca davranmaları. Fakat baktığımızda anarşizm biraz da bu değil midir zaten? Ülkemizde ana akım siyasete karşı sembolikleşmiş bir dans olan halayı ve peşi sıra atılan zılgıtı ele alırsak dansın bir eylem biçimi olduğu şüphesizdir. Zılgıt, burada isyan çığlığını ve halay da bastırılmış minör topluluğun normu ayaklarıyla tepmesi olarak algılanabilir. Kitapta da şuursuz dans vebalıları aynı eylemi farklı hareketle yapıyor. Bu da kitap özelinde dansın eylem biçimine dönüştüğünügösterir.
Bir Eylem Biçimi Olarak Dans
Dansa Davet’teki dans vebasının sebebini açığa vurduğumuza göre dansın ve elbette bedenin karşı kültür yarattığını söyleyebiliriz. Dans tarihine bakıldığında modernizme doğru olan süreç de bu şekilde işlemiştir. Oteldekiler kitabında dair olan incelememde bu dönüşüme az da olsa değinmiştim. Baleden swinge geçilmesi gibi. Normu yıkma düşüncesi içinde dansın önemli bir yeri olduğu BLM (Black Lives Matter) eylemlerinde de sabittir. Çılgınca tasarlanan dans figürleri, taşkınlığın ve insanın baskılanmış taraflarının yansımasını sunması açısından aktivist bir temele sahiptir. Dans vebasında da bunu gayet iyi bir şekilde görüyoruz: varoluşsal bir isyan!
Teulé’nin kitabı bahsettiğim noktadan okunduğunda,dansın sadece fiziksel bir eylem ve eğlence olmadığını, toplumsal normlara ve mevcut düzene karşı güçlü bir başkaldırı içerdiği belirginleşir. Bireylerin zihinlerinde yarattığı bağımsız gerçeklik, onları gündelik yaşamın ağıryükünden kurtararak özgürleştiriyor. Bu anlamda dans, anarşist bir eyleme dönüşerek bireyin bilinç dışındaki bastırılmış duyguların dışavurumunu temsil ediyor. Dans vebası, bir direniş biçimi olarak bireyin kendi özgürlüğünü savunma mücadelesinin bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak, dansın bir eylem biçimi olarak anlaşılması, onu yalnızca estetik bir ifade aracı olarak değil, aynı zamanda toplumsal değişim ve direnişin bir aracı olarak da tanımamamıza olanak tanır. Dansa Davet, bu bağlamda dansın karşı duruş ve özgürleştirme aracı olabileceğini doğrulayan bir kitap olarak zihinlere yerleşmiş, eğlence ve sanat amaçlı gerçekleştirilen dansa perspektif değiştirici bir bakış sunuyor okurlarına.
Künye
Eser: Dansa Davet
Yazar: Jean Teulé
13. Baskı
Yayınevi: Sel Yayınları
Özgün Adı: Entrez dans la danse
Çeviren: Elif Gökteke
Editör: Işık Ergüden
Commenti