top of page

Her Beden İçin Dans: Ekin Önce ile Röportaj

Yazarın fotoğrafı: Gizem SeçkinGizem Seçkin

Bugün dans dünyasının yeni nesil isimlerinden Ekin Önce ile buluştuk. Ben Gizem Seçkin; hem dansçı hem de bir dost olarak, Ekin’in İskoçya’daki deneyimlerini hep merak ediyordum. Kısa bir süre önce Skinner Releasing Tekniği eğitmenlik eğitimini tamamlayarak döndü. İngiltere ve İskoçya’da geçirdiği süreçte ayrıca özel gereksinimleri olan bireylerle çalışmaya ağırlık verdiğini biliyordum. Ancak, tüm bunların nasıl şekillendiğini kendisinden dinlemek istedim. Ekin ile iki dansçı olarak keyifli bir sohbet gerçekleştirdik, şimdi sizi bu sohbetin içine davet ediyoruz.


G.S: Ekin, şu sıralar nelerle meşgulsün? 


E.Ö: Glasgow’da geçirdiğim yoğun ve ilham verici bir dönemin ardından Türkiye’ye döndüm; içimde paylaşma ve üretme isteğiyle dolup taşıyorum. Özel ihtiyaçları olan bireylerle dans ve hareket yoluyla çalışmayı merkezime alarak, bu alandaki sanatsal ve pedagojik yöntemleri derinleştirmeye odaklanıyorum. Özellikle Türkiye’de nörolojik ve bedensel farklılıkları olan bireyler için sanatı daha erişilebilir hale getirecek yöntemler keşfetmek, benim için hem bir hedef hem de bir sorumluluk.


Son dönemde mekâna özgü performanslar ve disiplinler arası işbirlikleri üzerine çalışmalar yapıyorum. Hem birebir hem de grup dersleri vererek, hareketi ve dansı topluluklarla paylaşmayı sürdürüyorum. Gelecekte, farklı gereksinimleri olan bireyler için kapsayıcı ve erişilebilir bir öğrenme modeli oluşturmayı hedefliyorum. Şu anda bu hedefimin temellerini atıyor, çalışmalarımı bu doğrultuda şekillendiriyorum. Bu boşluğu dolduracak projeler geliştirmek beni hem heyecanlandırıyor hem de motive ediyor.


Fotoğraf: Osman Eren
Fotoğraf: Osman Eren

G.S: Sanat pratiğin hayatındaki hangi temel değerlerle ve deneyimlerle şekillendi, sanatla ilk temasın nasıl bir andı?


E.Ö: Dansla olan ilişkim çocukluğumda başladı tabii fakat profesyonel olarak ilk ilişkilenmem, Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuvarı Sahne Sanatları Lisesini kazanmam oldu diyebiliriz. Lise yıllarımda bedenim ve vizyonum klasik bale eğitimi ile gelişiyordu. Hem sanatsal perspektifimi hem de hayatımın temel değerlerini değiştiren ve dönüşümü ilk başlatan dönüm noktası, Serap Meriç'in burada çağdaş dans tekniği ve doğaçlama dersleri vermeye başlamasıydı. Bana çağdaş dansın koskocaman bir okyanus olduğunu ve karanlık yerlerine ışık tutabileceğini ilk gösteren kişidir kendisi. Sayesinde daha 15 yaşındayken Skinner Releasing Tekniği (SRT) ile tanışmış oldum. Tesadüfen karşıma çıkan bu yolda ilgim hep daim kaldı ve bu yol SRT’nin dünya üzerindeki en genç kolaylaştırıcısı olmama kadar ilerledi. İki senedir bu eğitim için İskoçya’ya gidip geliyordum. Bu yaz mezun oldum.


Özgürce üretme ihtiyacıyla tutuşuyordum, disiplinler arası çalışan bir zihne sahibim. Bu nedenle üniversite yıllarımda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Dans Anasanat Dalı sınavlarına hazırlanıp, 2017 yılında eğitimime başladım. Derin anatomi dersleri beden bilimine olan ilgimi arttırdı ve toplumsal ihtiyaçlara dokunabileceğim fikrinin ilk tohumlarını burada attım.


2023-2024 yılları arasında sahnelediğimiz, özel ihtiyaçları olan çocuklar için üretilen “Poggle and Me” adlı sensör tiyatrosunun prova süreci, benim için büyük bir dönüşümün başlangıcı. Atta Festival ve Barrowland Ballet işbirliğinde gerçekleşen bu proje, British Council Uluslararası İşbirliği Fonu ile desteklendi. Bu sayede araştırma sürecimizi İskoçya/Glasgow’daki İsobel Mair Özel Eğitim Okulu’nda gerçekleştirme fırsatı bulduk. Bu süreç dansın farklı bedenler ve bireyler üzerindeki etkisini yeniden tanımlamamı sağladı.


G.S: Hareket ve beden senin için nasıl bir iletişim aracı? Bunu keşfetme yolculuğun nasıldı?


E.Ö: Hareket ve beden iletişim kurmanın farklı bir aracı. Duyular ile dolup taşan bedenimiz, aslında dünya üzerindeki her varlıkla farklı biçimlerde bağlantı kurmamıza olanak sağlıyor. Kendimizle, diğer yaşam formlarıyla ve bulunduğumuz mekanlarla bağ kurmak, bedenin sunduğu eşsiz bir yetenek.


İnsanlık tarihine baktığımızda, hareketin her zaman iletişim ve bir arada olmanın temel araçlarından biri olduğunu görüyoruz. Eski çağlarda bedenin dili, hikayelerin aktarımında, ritüellerde ve toplulukları bir araya getiren danslarda merkezi bir rol oynuyor. Bu da insanlığın özüne götüren bir yolculuk gibi hissettiriyor; bir anlamda, içsel bir arkeoloji. Hareketle ifade etmek, hem geçmişten gelen bir mirasla bağlantı kurmayı hem de bugüne dair yeni bir anlam yaratmayı sağlıyor.


Bu süreç, hareket ve bedenle ifade etmeyi çok daha filtresiz bir hale getiriyor. Belki sözel olarak ördüğümüz duvarlar bu alanda işlemiyor. Bir anda savunmasız ve biricik hareketinizle baş başa kalıyorsunuz. Beden her zaman gerçeği söyler; duygularımız, düşüncelerimiz ve niyetlerimiz hareketlerimize siner. Bu iletişim aracı çok saf ve tertemiz; beni cezbeden de bu.


G.S: Özel ihtiyaçları olan bireylerle çalışmaya nasıl yöneldin? Bu alanda çalışmaya başlamana sebep olan bir hikaye var mı?


E.Ö: Sanırım bu alana olan ilk yönelimim, +1 kromozom ile dünyaya gelen kuzenim Efe’den başlıyor. Daha bu ay 20 yaşına bastı! Ve tabii elektronik tekerlekli sandalyelerin efendisi, biricik Soner Amcam. Çocukluğumda ikisiyle hep iç içe olmam, farklılıkları anlamaya dair bakış açımı şekillendirdi. 2015 yılında Efe’nin özel eğitim okulunda bu ilgim daha bilinçli bir hale dönüştü. Kuzenim ve sınıf arkadaşlarıyla temel koordinasyon ve ritim üzerine oyunlar oynadığımız, yarım saatlik seanslar düzenlemeye başladım.

Down sendromlu ve otizmli çocuklardan oluşan 7 kişilik bu sınıfla, dört ay boyunca haftada bir gün düzenli olarak vakit geçirdim. Ben de o zamanlar 17 yaşındaydım ve bilgi birikimim sınırlıydı. O minik paylaşım alanlarının bile özel bireylerde nasıl büyük bir değişime yol açabileceğini görmek beni derinden etkiledi. Tıpkı bir göle atılan taş gibi; taş küçük olsa bile, suyun yüzeyinde oluşan dalgalar uzun süre etkisini sürdürür. O anlarda, sadece onların değil, benim de bir dönüşüm sürecine girdiğimi fark ettim.

Ben de ADHD tanısı almış biri olarak aslında onlardan çok da farklı değilim. Zihnimdeki farklı yolları keşfederken, onların dünyasına yakın hissettim. Hepimiz, bir şekilde kendi iletişim biçimlerimizi ve güç alanlarımızı bulmaya çalışıyoruz. Onlarla çalıştıkça, bu süreçte sadece onlara değil, aslında kendime de dokunduğumu gördüm. Birlikte paylaştığımız her an, öğrenmeye ve anlamaya dair bir köprü kuruyor.


Fotoğraf: "Poggle and Me", Zorlu PSM, Ocak 2024.
Fotoğraf: "Poggle and Me", Zorlu PSM, Ocak 2024.

G.S: Dans ya da hareket yoluyla birinin dönüştüğüne şahit olduğun bir anı var mı? Seni en çok etkileyen hikaye neydi?


E.Ö: Benim için en parlayan dönüşüm hikayelerinden birisi; ‘’Poggle and Me’’ gösterisinin başında, otizm spektrumunda bir çocuk alana hiperaktif bir şekilde girdi. Ne göz teması kuruyordu ne de sosyal iletişim; sürekli dönüyor, etrafa dokunuyor, kendi dünyasında gibi görünüyordu. Halbuki onun hiperaktifliği aslında alanı keşfetme biçimi. Her dönüşü, her adımı, onun kendini bu dünyada var ettiği bir yol. Oyunumuzda bu duruma tamamen açığız. Çünkü, çocukların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir alan yaratmak en önemli prensibimiz. Velilere oyun alanına girmeden şunu belirtip iş birliği talebinde bulunuyoruz: ‘’Çocuğunuz oturmasa da, bize ya da dekorlara dokunsa da, hareket etse de bu onların alanı. Bizim için önemli olan onların olduğu gibi var olmaları. Lütfen onlara engel olmayın, isterseniz sizde bu keşfe dahil olabilirsiniz!’’


Poggle karakteri yalnızca “Poggle” kelimesini kullanarak iletişim kuruyor ve duygularını ifade edebiliyor. Zamanla benim için bu tek kelime, beden dili ile birleştiğinde, daha derin bir iletişim yaratmanın anahtarı oldu. Bana ses ve hareketler üzerinden bağ kurma olanağı sunarken, daha sezgisel ve duygusal davranma şansı tanıyordu. Bu, otizmli çocukların sıklıkla kullandığı tek sesli ya da sınırlı ifadeleri ve onları anlamaya en çok yaklaştığım deneyimlerden biriydi.


O çocuk gösteri boyunca sahnenin her köşesine dokundu, kendi ritmini buldu. Başlangıçta bu hareketler sadece rastgeleymiş gibi görünse de zamanla bizimle olan bağının güçlendiğini hissettim. Hareketlerimizi bize bakmasa da taklit ediyor, ritme ayaklarıyla eşlik ediyordu. Ve yavaş yavaş sahnenin içine dahil oldu. Biz de hareketlerimizi onun etrafında yapmaya başladık.


Gösterinin sonuna doğru benimle birebir iletişim kurduğu bir ana ulaştık. Durdu ve bana baktı. Bu, bütün gösteri boyunca ilk bakışıydı. Onun alanında oynamaya başladıktan bir süre sonra ilişkimiz öyle bir noktaya geldi ki, onu kucaklayıp ve yukarı kaldırdım ve beraber ‘Ppooogggllleeee’’ diye haykırarak dönmeye başladık. Döndükçe, sıkı sıkıya sarıldı ve gülücükler saçtı. O an, iletişim kurmak için kelimelere ihtiyacımız olmadığını hissettim. Bir bağ kurmuştuk, sadece hareketin ve dokunuşun diliyle.

Gösteri bittiğinde annesi yanıma geldi ve bana şöyle dedi: “Oğlum bizimle bile çok nadir fiziksel temas kuran bir çocuk, daha önce kimseye bu kadar çabuk temas etmemişti” ve teşekkür etti. O anda, hareketin ve beden dilinin nasıl bir dönüştürücü güç olduğunu bir kez daha anladım. Dans, kelimelerin ötesinde bir dünyaya açılan bir kapı ve bu kapıyı aralamak bazen tek bir dokunuşla mümkün oluyor.


G.S: Yaratıcı sürecinizde seni harekete geçiren unsurlar neler? İlham kaynaklarının ortak noktaları var mı?


E.Ö: Harekette insanın özüne dair bir filtresizlikten bahsetmiştim. Bu kavramlar çerçevesinde doğaçlama pratiğini ele aldığımızda, anın gerçekliğini devreye sokuyoruz. Ürettiğim eserlerde bu sınırlarla oynamayı ve onları yeniden tanımlamayı çok seviyorum. Her ne kadar koreografisi saniyesi saniyesine belirlenmiş bir eserde dans etmenin keyfi bir başka olsa da, kendi üretimlerimde anda olana açık olmanın peşindeyim. Seyirciyle yarattığımız o büyülü buluşma esnasında her şey olabilir. O an yaşananlar, orada olan herkes tarafından kinestetik olarak deneyimlenir. Tamamen gerçek, tamamen o ana dair... İşte bu gerçekliği ve ana münasırlığı arıyorum.


Bu düşünce, mekan spesifik eserler yaratma sürecimle ve sensör tiyatrosunun doğasıyla derin bir bağ kuruyor. Her mekânın kendine ait bir hikayesi, dokusu ve enerjisi olduğunu düşünüyorum. Mekânın geçmişini, fiziksel özelliklerini ve ruhunu dinlemek, üretim sürecimde önemli bir yer tutuyor. Zemin sertliği, akustik yapısı, ışık oyunları gibi detaylar yalnızca teknik unsurlar değil; aynı zamanda performansa yön veren ilham kaynakları haline geliyor. Sensör tiyatrosu da bu yaklaşımla örtüşerek, mekânın ve izleyicinin aktif birer “oyuncu” olduğu bir sahne yaratıyor. Performans sırasında mekânın sunduğu şartlara göre hareketlerimi yeniden şekillendirmek, dokular ve seslerle çalışarak anlık bağlantılar kurmak, üretim sürecime hem gerçeklik hem de adaptasyon kazandırıyor. Bu uyumlanma anları, her gösteriyi bir performansın ötesine taşıyıp kolektif bir deneyime dönüştürüyor. Bu tür uyumlanma anlarında, gerçeklik ve beraberlik, üretim sürecime eşlik eden temel unsurlar haline geliyor. O anda oluşan sinerji, her defasında yeni bir üretime tanıklık etmeme olanak sağlıyor. Bunu keşfetmek şahane bir şey.


Üretimlerimin mutfağındaki ilham kaynaklarıma gelecek olursak, en başa Skinner Releasing Tekniği’ni (SRT) koymam gerekir. Bu teknik, dans etmeyi değil, dans olmayı önerir. SRT, yalnızca hareketi değil, aynı zamanda şiirsel imgelerle ve hayal gücüyle çalışarak, bedenin ve zihnin doğal bağlantısını yeniden keşfetmemize olanak tanır. Ana beyin mekanizmalarını (Parietal Korteks, Prefrontal Korteks, Default Mode Network vb.) uyararak sinir sistemi aktivasyonunu artırır ve zihinsel imgeler yoluyla beyin plastisitesini destekler. Bu süreçte, yargılarımız bir kenara geçip köşede çayını içerken, biz imgeler sayesinde kendiliğinden hareket edişi uyandırmış oluruz. Hareket, imgelerle birleşerek kendiliğinden ve organik bir şekilde doğar. İşte bu, doğaçlama pratiğimin temelinde yer alıyor ve sensör tiyatrosunun mekân, an ve izleyiciyle kurduğu bağ ile kusursuz bir şekilde örtüşüyor.


Fotoğraf: "Poggle and Me", Zorlu PSM, Şubat 2024
Fotoğraf: "Poggle and Me", Zorlu PSM, Şubat 2024

G.S: Çalışmalarında seni en çok dönüştüren ya da daha derinlere inmeni sağlayan bir nokta var mı? O süreç nasıldı?


E.Ö: 2023 yılında İskoçya/Glasgow’daki İsobel Mair Özel Eğitim Okulu’nda prömiyer öncesi geçirdiğimiz bir aylık süreç, çalışmalarımın derinleşmesinde rol oynayan etkenlerden biri. Bir yandan eserin orijinal versiyonu olan “Poggle”ı öğrenirken, diğer yandan ‘sensör tiyatrosu’ olarak tasarlanan ‘’Poggle and Me’’ versiyonunun üretimini gerçekleştiriyorduk. Hafta içi her gün okulda zaman geçiriyor, farklı bedensel ve bilişsel engellere sahip çocuklarla dans yoluyla iletişim kuruyorduk. Çalıştığımız çocukların hepsi bedensel ve bilişsel olarak birbirinden farklıydı: tekerlekli sandalye kullanıcıları, cam kemik hastaları, serebral palsi teşhisi olanlar, down sendromlu bireyler ve spektrumun farklı noktalarındaki çocuklar… Bu kadar geniş bir yelpazede ihtiyaçları olan bireylerle çalışmak, hem yaratıcı sürecimi hem de pedagojik yaklaşımlarımı yeniden şekillendirdi. Bu süreçte, Barrowland Ballet’in sanat direktörü Natasha Gilmore’un mentörlüğü ve arşivine erişimim, hareketle kurduğum bağları yeniden düşünmem için ilham vericiydi. Bugün hala onun mentörlüğüyle gelişmeye devam ediyorum.


Bu süreçte, bireylerle bağlantı kurmak için hareket, ritim, dokunma ve göz teması gibi farklı yöntemler kullandık. Örneğin, onların mekanda bulunduğu yere ve tepkisine göre koreografinin akışını değiştiriyorduk. Eserin ritim tuttuğumuz bölümünde, özellikle grup içinde bağlantı kurmalarını sağlarken, dokunma ve mekan kullanımı bireysel bir bağ geliştirmemize olanak tanıyordu. Bütün süreç hareket dilinin performans çerçevesinde güçlü bir iletişim aracı olduğunu anlamama yardımcı oldu. Gösteri sırasındaki kısıtlı sürede bile, doğru iletişim yöntemlerinin büyük etkiler yaratabileceğini gözlemledim. Beden dili, dansın evrenselliğiyle birleşerek kelimelerin erişemediği bir yerde iletişim kurmamızı sağladı. 2024 yılında SRT eğitmenlik eğitimimi tamamladıktan sonra Glasgow’da beş ay daha kalarak, bu alandaki araştırmalarımı derinleştirme ve metodolojimin temellerini atma fırsatı buldum. Farklı kurumlarda ve şehirlerde düzenlenen derslerde davetle asistanlık yaparak hem nörolojik hem de bedensel farklılıkları olan yetişkin ve çocuklarla çalışma deneyimi kazandım. Indepen Dance’in haftalık topluluk derslerine katıldığımda, uzun yıllardır dans eğitimi alan engelli bireylerin ulaştıkları gelişimi yakından gözlemledim. Gathered Together bienali ise vizyonumu bir adım ileri taşıdı. Dünya çapında farklılıkları olan bireylerin sanatçı kimlikleriyle toplumda nasıl yer aldıklarını ve sanat yoluyla toplumsal engelleri aştıklarını görmek, pratiğimdeki yönelimi daha da netleştirdi.


Bu deneyimler, bana dansın sadece bir ifade biçimi değil, aynı zamanda farklılıkları bir araya getiren güçlü bir araç olduğunu öğretti. Hareketin dönüştürücü gücünü her birey için erişilebilir hale getirmek, artık yalnızca bir hedef değil, aynı zamanda sanat pratiğimin temel değerlerinden biri haline geldi.


G.S: Bu pratiğin gelecekte bireylere ve topluma nasıl bir fayda sağlamasını hedefliyorsun?


Fotoğraf: Osman Eren
Fotoğraf: Osman Eren

E.Ö: Pratiğimde, otizm spektrumundaki ve down sendromlu bireylerle çalışmayı önceliklendiriyorum. Hareket ve dansın, bu bireylerin iletişim kurma ve kendilerini ifade etme becerilerini geliştirmedeki etkilerini araştırmaya devam ediyorum. Ancak, bu metodolojinin yalnızca belirli bir gruba değil, daha geniş bir kesime fayda sağlayabileceğini düşünüyorum. 


İskoçya’da geçirdiğim zamanda, düzenli dans seanslarının demans hastalarının bilişsel süreçlerini desteklediğine ve sosyal etkileşimlerini artırdığına tanık oldum. Dans, bu bireylerde dikkat sürelerini uzatmak, hafızayı uyarmak ve duygusal ifadeyi kolaylaştırmak gibi somut etkiler yarattı. Benzer şekilde, otizm spektrumundaki bireylerin grup dinamiklerine daha kolay uyum sağladıklarını ve beden aracılığıyla iletişim kurarak sosyal becerilerini geliştirdiklerini gözlemledim. Bu deneyimlerim, hareketin ve dansın, bireylerin farklı düzeylerdeki zorluklarla başa çıkma kapasitelerini artıran bir araç olabileceğini açıkça gösterdi.


Bu çalışmalar sadece bireylerin zorluklarla başa çıkma kapasitelerini artırmakla kalmıyor; aynı zamanda onlara bir ifade alanı ve hatta bir meslek edinme fırsatı sunabiliyor. Hareket ve dans, herkesin kendi potansiyelini keşfedebileceği bir alan. Bunu uzun süre devam ettiren bireylerin, hem sanatçı kimliklerini inşa edebildiklerini hem de dönüştüklerini görmek, bana her seferinde ilham veriyor. Bu yolculukta, daha fazla bireye dokunabilmek benim en büyük motivasyonum.


G.S: Kendi yolculuğundan hareketle paylaşmak istediğin bir şey var mı?


E.Ö: Ben bu yazı aracılığıyla bir çağrıyla, davet alanı açmak istiyorum. Dansçı olan - olmayan, özel ihtiyaçları olan bireylerle çalışmalar, araştırmalar yapmış ya da yapmak isteyenlerle bir araya gelelim istiyorum. Türkiyede bu alanda hareket üzerine yapılmış araştırmalar ve sanatsal üretimlerin sayısı yok denecek kadar az. Maalesef nörolojik ve bedensel farklılıkları olan bireyler için hareket dersleri hiç gerçekleşmiyor. Dansın ve hareketin dönüştürücü gücünün her beden için ulaşılabilir olması gerektiğini düşünüyorum.  Bu dünya çapında yeni inşa edilen, hala araştırmaların devam ettiği bir alan, fakat Türkiye’de büyük bir boşluk var. Birleşelim ve bu boşluğa beraber ağ örelim istiyorum. Sanat, insanları bir araya getiren bir dil. Hepimiz bu dilde bir şeyler söyleyebiliriz. Dans ve hareket, bu dilden pay alabilecek herkes için bir keşif alanı olmalı. Birlikte bunu mümkün kılabiliriz. Buradan bir kıvılcımla ateş yansa ne güzel olur!

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


bottom of page