Canlı bir karşılaşma alanı olarak Müzede Sahne
- Ayşe Draz Orhon

- 1 gün önce
- 9 dakikada okunur
Geçtiğimiz yaz sonunda, 4-7 Eylül 2025 tarihleri arasında, üçüncü kez sanat direktörlüğünü üstlendiğim Müzede Sahne’nin 9. edisyonunu Sakıp Sabancı Müzesi’nde, Sabancı Vakfı’nın desteğiyle gerçekleştirdik. Müzede Sahne’nin doğuşuna öncülük eden Sakıp Sabancı Müzesi müze ekibi ve yönetimi, beni sanat direktörlüğü için davet ettiğinde etkinlik altıncı yılını doldurmuştu; üstelik ben de daha önce, Emre Koyuncuoğlu’nun sanat yönetiminde, Tiyatro Hemhal ekibiyle birlikte programda katılımcı sanatçı olarak yer almıştım. Disiplinlerarası yaklaşımı erken dönem işlerinden itibaren benimsemiş, 90’lar performans sahnesinde önemli bir yere sahip Yeşil Üzümler topluluğunun kurucularından biri olan Emre’nin yönettiği yıllarda, hem tiyatro ve dans alanlarından konuk ettiği gösteriler ve alan açtığı söyleşiler, hem de bir sanatçı olarak Kuzgun Acar’ın heykelleriyle diyalog kuran Punta Atmak ve Birhan Keskin’in şiirlerinden uyarladığı Y’OL gibi performanslar, Müzeden Sahne’nin disiplinlerarası ruhunun temellerini atmıştı. Ayrıca Sakıp Sabancı Müzesi, yalnızca Müzede Sahne süresince değil, genel program politikasıyla da performansa alan açan bir kurum olduğunu kanıtlıyordu; Sophie Calle gibi performansı anlatının bir aracı ve medyumu olarak kullanan sanatçıların yanı sıra ‘performans sanatının annesi’ olarak da anılan Marina Abramović sergilerine ev sahipliği yapmış; bugün ise performatif ve katılımcı sanatın öncü isimlerinden Suzanne Lacy’nin sergisiyle bu çizgiyi sürdürmeye devam ediyor.

Ben aslen tiyatro kökenliyim ancak disiplinler arası yaklaşımın ve sınırlar arasındaki geçirgenliğin çok üretken bir zemin yaratacağına inanıyorum. Sürekli sahnenin nasıl tanımlanabileceğini sorgulayan ve sahnenin ille de ayrılarak kurulması gerekmediğini, eleştirel bir mesafe kurulduğunda gündelik hayatın içindeki anların ve mekanların da teatral ya da performatif müdahalelerle birer sahneye dönüşebileceğini düşünüyorum. Son yıllarda, bu doğrultuda kendimi ve pratiğimi, “akışkan bir kimlikle performans alanında üreten ve bu alandaki araştırmalarını derinleştiren bir sanatçı” olarak tanımlıyorum. Ne yazık ki, her anlamda koşullar ve olanaklar elvermediği için Türkiye’de sanatçılar, 90’larda olduğu gibi dönemsel olarak disiplinlerarası üretim koşullarını yaratabilseler de son yıllarda performans sanatı ve tiyatro kendi kategorik alanlarına kapanma eğilimi gösteriyor. Dansı burada biraz ayrı tutuyorum çünkü bedeni ana malzeme olarak kullanan doğası gereği, her iki tarafla da hep bir geçirgenlik içinde yoluna devam ediyor bizde de sanki. Oysa dünyaya baktığımızda, bu alanların bugün birbirini reddetmek yerine besleyen, sürekli bir diyalog içinde var olan pratiklerle yeniden canlı sanat (Live Art) şemsiyesi altında buluştuklarını görüyoruz; ve bu buluşmalar sahneyle hayat arasındaki geçirgenliğin yeniden hatırlandığı bir canlılık alanı açıyor. Bu yazı vesilesiyle bu yılki, ve şimdiye dek bana en çok yerine oturduğunu hissettiren edisyondan söz etmeden önce, 2023’te Müzede Sahne’den sanat yönetmenliği davetini aldığım anlarda kafamda dönenleri, iç sesimi kısacık da olsa paylaşmak istiyorum.
Sanırım yola bazı sorularla koyuldum; bunlardan biri de müzelerde performansın son yıllarda neden bu kadar görünür hale geldiğiydi. Bunun yalnızca bir trend mi yoksa kurum olarak müzenin kendisini yeniden düşünmeye zorlayan daha derin bir dönüşümün işareti mi olduğunu merak ettim. Ayrıca, bu dalganın bize özgü olmadığını da biliyoruz. Örneğin son yıllarda Venedik Bienali’nde birçok ülke pavyonlarının tasarım ve temsilini yönetmenlere, koreograflara ve performansçılara emanet ediyor; bu eğilim de performansın yalnızca bir ifade biçimi değil, bir küratöryel düşünme biçimi olarak da benimsendiğini gösteriyor. 2017’de Almanya pavyonunu tasarlayan Anne Imhof, Faust adlı performans yerleştirmesiyle Altın Aslan kazanmıştı; 2024’t Almanya’yı bu sefer bir tiyatro yönetmeni Ersan Mondtag temsil etti. 2026 yılında ise Avusturya pavyonunu provokatif işleriyle bilinen koreograf Florentine Holzinger, Belçika pavyonunu absürt mizahıyla tanınan performans sanatçısı Miet Warlop, Hollanda pavyonunu ise katılımcı ve politik işleriyle öne çıkan tiyatro yönetmeni ve performans sanatçısı Dries Verhoeven üstleniyor. Ayrıca uluslararası kurumların, özellikle performans sanatı ama aynı zamanda gösteri sanatlarıyla kurdukları ilişki, bu pratikleri yalnızca programa eklemekle kalmıyor, toplama, koruma ve belgeleme gibi müze süreçlerini de dönüştürüyor. Örneğin İngiltere’de Tate Müzesi, performansın müze içindeki koleksiyona dahil edilme ve sürdürülebilirlik sorunlarını kavramsal ve pratik düzeyde ele alan uzun soluklu araştırmalar yürütüyor ve çıktılarını paylaşıyor. Bu tür çalışmalar, sanat kurumlarını yeniden, neyin alınıp satılabildiği, nasıl korunup aktarılabildiği ve bu eserlerin kim için var olduğu gibi temel sorularla yüzleştiriyor. Ancak bu konuya daha fazla dalmak istemem, zira gevezelik etme riskim yüksek çünkü doktora tezimi performans sanatında dokümantasyonu üzerine tamamladım.

Bu noktada, daha en başta, kendi kendime şunu sorduğumu hatırlıyorum; Önereceğim program mekanın belleği, bedenin müzede konumu ve seyirciyle kurulan ilişki üzerinden yeni öneriler getirebilecek miydi? Zaten var olan disiplinlerarası ruhu, mekanla ilişkilenme, kamusallık ve katılım ekseninde daha da genişletebilecek miydim? Müzenin, en azından bahçesinin, yaşayan bir organizmaya, farklı disiplinlerin, bedenlerin, ve seyirci deneyimlerinin buluştuğu ortak bir sahneye dönüşmesini, belki de birlikte yeniden kurulmasını sağlayabilir miydim? Aklıma, birlikte çalışmaktan her zaman büyük keyif aldığım Semih Fırıncıoğlu’nun “aracılı/aracısız sanatlar”1 ayrımı geldi; müze ile performans arasındaki ilişkiyi düşünürken bu ayrım da benim için özellikle belirleyici oldu. Genellikle aracılı, yani kayıtlı ve nesneye bağlı bir alımlama biçimi üreten müzede, üretim ve alımlamanın aynı anda, birbirini etkileyerek gerçekleştiği performanslarla (ister teatral, ister dans, ister işitsel olsun) aracısız karşılaşmaları nasıl mümkün kılabilirdim? Müzede Sahne tam da bu noktada, zamanı tüketilen değil birlikte kurulan bir süreç olarak tasarlayabilir, karşılaşmaları salt bir etkinlik değil müşterek bir zaman kurma pratiği olarak yeniden konumlandırabilirdi.
İlk yıl müze ekibiyle birlikte belirlediğimiz “Hep Yan Yana” teması, karşılıklı olarak birbirimizi ve bir sahne olarak benim müzeyi tanımama imkan veren bir başlangıç oldu. Benim için Fıstıklı Teras’ta kurulan ana sahnenin olanaklarını ve sınırlarını keşfetmek, müzenin potansiyel seyircisini ve bahçedeki açık alanların dinamiğini tanımak çok değerliydi; çünkü programı, gösterimlerin içinde yer aldığı mekanla ve o mekanda karşılaşacağını hayal ettiğim seyirciyle birlikte şekillendirmek istedim. Müze tarafı da başından itibaren, bu etkinlik aracılığıyla gösteri sanatları alanında çalışan genç sanatçılara bir alan açmayı önemsediğini de benimle paylaştı. Benim yaklaşımımda ise müze, Müzede Sahne aracılığıyla yalnızca sergi salonlarının dışındaki alanlarını performanslarla canlandırmakla kalmamalı, her yıl belirlenen tema doğrultusunda, sezondan bir seçki sunmanın ötesine geçerek potansiyel seyircisi için kendine özgü bir seyir ve deneyim alanı da kurgulamalıydı.
Bu seneki tema ve programa geçmeden önce, son bir kez geriye dönüp bir iki düşüncemi daha paylaşmak istiyorum. Benim için kritik olan bir diğer konu da, performans müzeye taşınırken aslında müzenin de performansın alanına taşınıyor olmasıydı. Bu süreçte de sadece sahne ve seyirci ayrımı incelmekle kalmıyor, seyircinin bedeni artık salt bakan izleyici değil, seyrin içinde süreçle birlikte konumlanan, eş eylemci bir unsura dönüşüyor. Bu da bana, tam da Erika Fischer- Lichte’nin sözünü ettiği, “autopoietik (kendini üreten) geri besleme döngüsü”nü hatırlatıyor; icracılar ve seyircilerin aynı zaman ve mekanı paylaşarak birbirinin algısını, hatta eylemini dönüştürdüğü bir süreç; ‘eser’in bir nesne olmaktan çıkıp bir olaya, bir karşılaşmaya dönüşmesi. Sanırım son yıllarda müzelerde performansın öne çıkmasının ardındaki dinamiklerden biri de bu dönüşüm. “Performatif dönemeç” olarak da tanımlanan bu süreç, nesneden olaya geçişi ve seyirciyi pasif konumundan çıkarıp katılımcıya dönüştüren bir durumu tarifliyor. Müzeler, canlı sanatı programlarına aldıkça yalnızca koleksiyon izlemeye değil, birlikte deneyim yaşamaya gelen yeni topluluklar oluşuyor. Claire Bishop’un da tartıştığı gibi, bu katılımcı ve müştereklik temelli anlayış, müzeyi sadece bir sergileme alanı olmaktan çıkarıp yaşayan, nefes alan bir karşılaşma sahasına dönüştürüyor. Kısacası performansın müzede görünür olmasının ardında yalnızca çeşitlilik arayışı değil, hem kurumsal yaklaşımın, hem de seyirci deneyiminin kökten değişimi yatıyor. Ben de bu bağlamda zaten salt ‘izleyen’ ‘izleyici’ yerine, birlikte seyre çıkan, seyri birlikte kuran anlamında ‘seyirci’ demeyi tercih ediyorum hep. Benim için Müzede Sahne’nin her edisyonu da, bu dönüşümün yerel bir yankısı olarak, müze mekanını adeta yaşayan bir organizmaya dönüştürme arzumdan besleniyor sanırım.

Bu seneki Müzede Sahne’ye geçmeden, 2024 yılında, yani ikinci sanat direktörlüğü dönemimde gerçekleştirdiğim edisyona değinirsem, temayı, Gözler Duyar, Kulaklar Görür olarak belirlerken, gösteri sanatlarının yalnızca görsel değil, başta işitsel olmak üzere birçok duyuyu harekete geçiren doğasının altını çizmek istemiştim. Birlikte bakabileceğimiz, birlikte düşünebileceğimiz, birlikte dinleyebileceğimiz ve hatta Sessiz Disko kapsamında birlikte dans edebileceğimiz bir alan olarak Müzede Sahne’de bu kez de duyular arası bir çeviri olasılığını merkeze aldım; görmekle, duymak, işitmekle hayal etmek arasındaki geçirgenliği araştırdık. Yer verdiğimiz gösteriler ile ses simyacısı Dr. Oğuz Öner’in ses manzarası atölyesi gibi çalışmalar, bu çıkış noktasından biçimlendi. Müzenin bahçesini, terasını, orta avlusunu farklı sahnelere dönüştürürken, işitsel algıyı ön plana çıkaran işlere, bazen buluntu nesnelerden üretilmiş enstrümanlarla kurulan etkileşimli bir ses yerleştirmesine, bazen de seyircinin kulaklıklarla katıldığı bir disko aracılığıyla, seyirciyi görselliğin içindeki müziği duymaya ve müziğin harekete geçirdiği görselliği görmeye davet ettik. Ayrıca özellikle hafta sonlarının bir festival ve hatta karnaval tadında, ve bebeklerle çocukların da bedenleriyle dahil olduğu bir şekilde dolu dolu geçmesi, benim uzun süredir hayalini kurduğum bir başka unsurdu. O edisyonun sonunda Müzede Sahne, artık yalnızca bir gösteri dizisi değil, çok duyulu, katılımcı bir deneyim biçimiydi benim için.
Sanırım 2025’teki Karşılaşmalar ve Ötesi temasını belirlerken, bir önceki yılın çok duyulu ve katılımcı deneyiminden de beslenerek izlediğim yolun, şimdiye dek paylaştıklarımın da ışığında anlaşılmış olması gerekir. Gözler Duyar, Kulaklar Görür ‘de duyular arası geçirgenliği araştırırken, bu yıl o geçirgenliği bir adım daha öteye taşıyarak, ‘karşılaşmayı’ hem biçimsel hem de kavramsal bir eksen olarak merkeze aldım. Ayrıca benim için gösteri sanatları ve özellikle tiyatro yalnızca bir anlatı değil, pek çok başka sanat disiplini gibi kendi üzerine düşünen bir form. Hikayenin ötesinde, temsilin kendisini sorgulayan, ‘neyi’ anlattığımız kadar ‘nasıl’ anlattığımızı da aynı düzlemde ele alan bir alan. Bu seneki programda, Yarın Belki de ve L’Addition gibi ana sahnede yer verdiğimiz gösterilerle birlikte, son yıllarda özellikle genç tiyatrocuların, bu coğrafyanın kendi gerçekliğinden beslenen hikayeleri ustalıkla sahnelemelerinin yanı sıra, sahnelemelerinin biçimi, yapısı ve seyirciyle kurduğu ilişki üzerine de düşünmelerini tetiklemek istedim. Karşılaşmalar ve Ötesi ile bu düşünsel zemini genişletmek, tiyatronun ve canlı sanatların kendilerini nasıl tanımladıkları, nasıl bir işlev üstlendikleri, hangi ilişkilenme biçimlerini önerdikleri sorularını sahneye taşımak istedim. Disiplinlerarası üretimlerin ve farklı alanlardan gelen sanatçılarla kurulan işbirliklerinin mevcut tanımları esnetme ve alanı dönüştürme potansiyeline inancım, bu seneki kürasyonun temelini oluşturdu. Bu doğrultuda, müze ekibinin de uzun süredir hayalini kurduğu bir projeyi hayata geçirdik ve yazar Murat Mahmutyazıcıoğlu ile yalnızca koreograf olarak değil oyuncularla kurduğu hareket dramaturjileriyle de tanınan Gizem Bilgen, güçlerini birleştirerek ilk defa müzeye ve müzedeki koleksiyona özgü bir performans, Bir Gün Buradan Boğaz’ı İzledim’i tasarladılar. Müzede Sahne’nin belleğinde özel bir yere sahip Dr. Oğuz Öner’in Atlı Köşk’ün Ses Manzarası atölyesiyle müzenin ses haritasını genişletmeye devam ettik. Burada küçük bir parantez açmak isterim; her yıl biriken bu ses haritalarının müze için geleceğe dönük bir arşiv değerine dönüşmesi fikrinin de beni ne kadar heyecanlandırdığını söylemeliyim. Geçen seneki işitsel ve görsel geçişkenliğe bu yıl bir başka duyu, kokuyu da ekledik; Kokularla Karşılaşmalar atölyesinde Homemade Aromaterapi ekibi, müze koleksiyonundan seçtikleri dört eserin ruh haline karşılık gelen kokuları katılımcılarla birlikte ürettiler. Ana sahnenin açılışını, klasik yapıda bir tiyatro oyunundan ziyade, karakterler ve olay örgüsü yerine sahnede iki kişinin canlı bir performans sergilediği bir gösteri Yarın Belki de ile yaptıktan sonra, Özlem Zeynep Dinsel’in tek kişilik oyunu, kadına karşı şiddetin görünmez biçimlerini, özellikle aile içi şiddeti merkezine alan Kızlar ve Oğlanlar’la devam ettik. Israrla bu konuları ele alan eserlere yer vermeye devam etmek istiyorum, çünkü ısrar etmedikçe, toplumsal iklimin bizi bu şiddeti normalleştirmeye ittiğini hissediyorum. Müzede Sahne’nin son iki gecesinde ise, ana sahnede ilk defa uluslararası bir karşılaşmaya yer verdik; Avignon Tiyatro Festivali’nin programında izlediğim, yalınlığıyla beni çok etkileyen, Bert&Nasi ikilisinin L’Addition adlı oyunu. Bir garsonla bir müşteri arasında geçen absürd bir hesaplaşma üzerinden güçlü ve fiziksel bir karşılaşma anı yaratan bu performans, aynı zamanda hayata ve varoluşa dair de seyirciyle çok şey paylaştı. Bu oyunu İstanbul seyircisiyle buluşturmak, özellikle genç tiyatrocular için ilham verici bir nitelik taşıdığına inandığım ve yapımın gerçekleşme yolculuğu tiyatronun kuşaklar arası aktarım gücünü hatırlatan biri dayanışma örneği barındırdığı için benim için ayrıca anlamlıydı. Bu yaklaşımla, her iki gösterim için tiyatro öğrencilerine özel bir davetiye kontenjanı da ayırdık. Hafta sonu ise, vazgeçilmezlerimizden biri olan Atta Festival’in Pezzettino’su ve mutfak malzemeleriyle Shakespeare’in üç oyununu özetleyen obje tiyatrosu 3’ü 1 Arada Shakespeare ile çocukları da unutmadık.

Bu sene, önümüzdeki yıllarda da mutlaka devam ettirmek istediğim üç odak da ayrıca daha net biçimde şekillendi; alışılagelmiş biçimlerin ötesinde, disiplinlerarası ve farklı performatif deneyimler sunan Bahçede Karşılaşmalar, Fuayede Karşılaşmalar ve her oyun sonrası sanatçılarla yapılan soru-cevap buluşmaları. Fuayede Karşılaşmalar, oyunlar başlamadan önce, seyirciye o akşam izleyeceği işe dair düşünmek ve odaklanmak için bir alan açtı. Akademisyen ve dramaturglar Aylin Alıveren ve Özlem Hemiş, kimi zaman oyunların arka planındaki kavramsal çerçeveyi, kimi zaman da onlarla kurabileceğimiz kişisel ve toplumsal bağları paylaştılar. Böylece seyircinin izleyeceği işe hem daha bilinçli hem de daha içsel bir yerden yaklaşmasına olanak tanıdığımızı düşünüyorum. Bahçede Karşılaşmalar seçkisini, genç kuşaktan Yasemin Derme ve Umut Rışvanlı ile birlikte hazırlamak ve müzenin bahçesini bir buluşma, paylaşım ve oyun alanına dönüştürmek benim için çok önemliydi. Görsel ve plastik sanatlar alanından gelen İris’in (Ergül) bahçeyi muhteşem maskeleriyle dolduran performansı, Dila’nın (Yumurtacı) bahçeyi bedenlerin doğada meditatif bir şekilde hareket ettikleri bir alana dönüştürmesi, clownların bahçeyi işgal etmesi, kalabalık bir oyun okumasının bahçede gerçekleşmesi, Yunus Emre Şahin’in görmek, yavaşlamak, yürümek ve anımsamak üzerine kurduğu, bedenleri merkeze alan performansı, seyircileri duyusal ve düşünsel anlamda alışkanlıkların ötesine davet ederken, bana bu bahçeye bedenlerin ve dansın ne kadar yakıştığını, ve bizim buna ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu hatırlattı tekrar. Gelecek sene için şimdiden bu doğrultuda düşünmeye başladım bile. Bu yılki Bahçede Karşılaşmalar, yalnızda gösterimlerin değil, birlikte düşünme ve üretme biçimlerinin de dönüşebileceği bir prova alanı gibiydi; her performans seyirciyle kurduğu ilişkide müzenin yaşayan belleğine yeni bir katman ekledi.
Son olarak, sahneyle hayat arasındaki geçirgen sınırın yeniden canlandığı, sanatçıyla seyircinin, müze mekanıyla zamanın birlikte şekillendiği bir canlılık alanına dönüşen Müzede Sahne’yi, yalnızca bir etkinlik ya da mini festival olarak değil, kürasyonla dramaturjinin birbirine geçtiği, kesiştiği bir araştırma alanı olarak gördüğümü söylemeliyim. Benim için program oluşturmak yalnızca bir seçki yapmak değil; mekanın bedensel akışını, zamanın ritmini ve seyir deneyiminin dramaturjisini kurgulamak. Müzede Sahne, tiyatroda alışık olduğumuz sahne ayrımına direnen bir yapı öneriyor; fuaye, teras yolu, bahçe açıklığı, merdiven basamağı, her biri potansiyel bir sahneye dönüşüyor. Bu durum, seyircinin yürüme hızını, duraklama anlarını, bakış açısını da dramaturjinin bir parçasına dönüştürüyor. Salt gösterinin yer aldığı alanın ötesinde, bir karşılaşma mekanı olarak sahneyi yeniden nasıl kurabiliriz? Bu karşılaşmanın hiyerarşisiz kurulması, seyircinin yalnızca ‘seyir’de kalmayıp kendi bedenini konumlandırması nasıl mümkün olur? Yalnızca oyun anıyla sınırlı kalmadan, Fuayede Karşılaşmalar ve oyun ertesi söyleşiler aracılığıyla karşılaşma süresini nasıl genişletebiliriz, yeni ilişkilenme biçimleri önerebiliriz? Otopoietik geri besleme döngüsünü yalnızca gösterim süresi içinde değil, öncesi ve sonrasında da nasıl canlı tutabiliriz?
Benim için her karşılaşma mekanın belleğinde küçük bir titreşim bıraktı ve o titreşimler çoğaldıkça, çok sesli bir melodiye dönüştü. Bu yılki edisyona dair aldığım en anlamlı geri bildirim de; Mehmet Kerem Özel’in kaleme aldığı yazısında2 belirttiği gibi, programın “sıradan ama meraklı seyirciye” de ulaşabilmiş olmasıydı, çünkü benim için asıl hedef tam da bu canlı ve katılımcı seyir alanını mümkün kılmaktı.

SAHA Yazı Dizisi kapsamında desteklenmiştir /
Supported by SAHA Art Writing



Yorumlar