top of page

Berlin Sahnelerinden Dans İzlenimleri

  • Yazarın fotoğrafı: Ayşe Draz Orhon
    Ayşe Draz Orhon
  • 21 Tem
  • 5 dakikada okunur

İstanbul’da üretimlerime devam edip bir ayağımı doğduğum ve içinde yetiştiğim, ama kanımca muhtelif sebeplerden umduğum gibi yeşer(e)mediğim bu şehirden çek(e)memiş olsam da, yavaş yavaş da olsa yeni evim Berlin’e alışmaya, Berlin sahnelerinde izlediğim gösterilerin, galeri ve müzelerinde ziyaret ettiğim sergilerin deneyimlerini biriktirmeye, şehrin sokaklarında bazen gündelik koşturmacalar, bazen ise salt gözlem için çıktığım gezintilerin bedenim üzerindeki etkilerini fark etmeye çalışıyorum. Bedenler, içinde hareket ettikleri şehirlerde sadece hareket etmekle kalmıyor aynı zamanda her şehre özgün tarih, aidiyet ve mekan ilişkileriyle de etkileşim içinde var oluyorlar. İstanbul’dan çıkan bedenimin, Berlin’in kendine has katmanlı dokusu içinde daha özgür hareket ettiğini, sakinleşip yavaşladığını, şehrin yeşil alanları ve gökkuşağı renklerinin arasında ilginç bir şekilde daha fazla kendi içine dönebildiğini, İstanbul’dayken fark etmeden sürekli kulaklarıma yapıştırdığım omuzlarımın gevşediğini ve adeta bedenimin kendi coğrafyasını daha fazla genişlettiğini hissediyorum. Berlin’de yeşerir miyim, melezleşir miyim yoksa bir ayrık out olarak mı kalırım, sanırım bunu zaman gösterecek. Ancak şehrin olanak tanıdığı gündelik koreografi bedenimi dönüştürürken,  Berlin sahnelerinde izlediğim tiyatro ve dans yapımları da yalnızca estetik ve teknik bir düzlemde değil, aynı zamanda politik, toplumsal ve duygusal katmanlarıyla da seyircisini ve de benim de hem bedenimi hem zihnimi dönüştüren birer deneyim sunuyor. Bu dönüşümün nasıl mümkün olduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken Art Unlimited 1 için aslen tiyatro yapımları üzerinden bir dizi izlenim yazısı kaleme aldım. Berlin’e dair gözlemlerimin kısa bir özetini takiben, bazı gözlemlerin dans alanında nasıl yankı bulduğunu, Berlin sahnelerinde izlediğim dans gösterilerine odaklanarak aktarmak istiyorum. 


Berlin ilk bakışta çok merkezli, hatta merkezsiz yapısıyla insana biraz karmaşık gelebiliyor. Ancak bu karmaşıklık, kısa sürede belli ki benim çok özlemini duyduğum bir zenginliğe dönüşüyor; tıpkı tiyatroda olduğu gibi dans sahnelerinde de alternatif ile ana akım arasında keskin çizgiler var gibi dursa da aralarındaki geçişkenlik alıştığımdan daha yumuşak. Berlin, bu anlamda yalnızca bir sahne değil adeta bir koreografi. Gündelik hayatın içinde bile dansla akraba jestlere, mimiklere ve beden politikalarına rastlamak mümkün. Şehrin çok kültürlü, ‘multikulti’ yapısı, dans üretimlerine olduğu kadar seyirci profillerine de yansıyor. İstanbul’dan alıştığımız genç, ağırlıklı olarak kadın seyirci kitlesi yerini burada, hem yaş hem cinsiyet hem de etnik köken açısından çok daha çeşitli ve akışkan bir dağılıma bırakıyor. Epey geniş bir yelpazeye yayılan Berlin seyircisi, sahnede izlediklerine yalnızca tepki vermekle kalmıyor, adeta sokaklarda izlediklerinin izlerini taşıyan, yeniden yankılayan bir yapı kuruyor. 


‘Fakir ama seksi’ Berlin’in, bugün ne kadar ‘fakir’ ne kadar ‘seksi’ olduğu tartışılır. Özellikle kültür ve sanat bütçelerinde yapılan kesintiler nedeniyle birçok bağımsız sahnenin ve küçük kolektifin ayakta kalma mücadelesi verdiği muhakkak.  Ancak yine de İstanbul’daki ekonomik baskılarla karşılaştırıldığında, Berlin’in sanata erişim olanakları hala daha kapsayıcı ve çoğulcu görünüyor. Ulaşım kolaylığı, bilet fiyatlarının görece uygunluğu ve programların çeşitliliği, özellikle gösteri sanatları alanında aktif bir seyirci olmayı mümkün kılıyor. Dans, bu erişilebilirliğin en çok hissedildiği alanlardan biri.


The Hunger, ©Thomas Aurin
The Hunger, ©Thomas Aurin

Daha önceden kaleme aldığım Berlin yazılarımda Volksbühne ve Schaubühne’den, bu iki ‘merkez’in hem sanatsal üretim biçimleri hem de seyirci profilleri açısından nasıl birbirlerinden farklılaştıklarından söz etmiştim. Kuir estetiğin, marjinalize bakışın ve riskin daha ön planda olduğu Volksbühne, önümüzdeki sezon dans yapımlarına daha fazla yer vermeyi planladığını açıkladı. Özellikle Florentina Holzinger gibi bir performans-çı/ koreografla yapacağı işbirliği, Volksbühne’nin, farklı bedenlerle kurduğu ilişkiyi daha da ön plana çıkaracak gibi duruyor. Volksbühne’de şimdiye kadar dans kategorisine girebilecek üç iş izledim; Ophelia’s Got Talent ve Sancta olmak üzere ikisi Holzinger’e aitti. Gözlemlediğim şeyler, Holzinger’in sahnede bedeni sadece estetik bir araç değil, sınırlarını zorlayan, kanayan, terleyen, acı çeken ve direnç gösteren bir mevcudiyet olarak kullandığı. Sahnedeki bedenlerin çoğu, performans sanatçısı diye nitelendirmekten ziyade bedenlerini performanslarının aracı olarak kullanan zanaatkarlar olarak nitelendirebileceğim bireylere ait; dövüş sanatları, akrobasi, performans sanatı ve bedenin fiziksel kapasitesiyle oynayan aşırılıkları, ustalıkla harmanlıyorlar. Dans pratiğini disiplinlerarası bir alan olarak ele alan Holzinger, kadın bedenine dair kültürel kodları, özellikle de erkek bakışını ve gösteri dünyasının ‘göze hitap eden’ normlarını grotesk ve ironik bir dille ters yüz ediyor. Holzinger’in işlerinin yanı sıra Volksbühne’de izlediğim bir diğer dans gösterisi ise Constanza Macras’ın The Hunger adlı yapımı. Arjantinli yazar Juan José Saer’in bir metninden esinlenen bu sahneleme, açgözlülük, tüketim kültürü, sosyal medya ve sömürgecilik gibi temaları bedenin diliyle aktarıyor ancak sahne üzerindeki zengin kompozisyona rağmen, vaat edilen eleştirellik yüzeyin altına inemiyor. Gene de, Macras’ın kitsch bir estetik ve absürd bir mizaha sahip koreografik sekanslarla kurduğu anlatı, dans ile tiyatro arasındaki sınırları muğlaklaştırıyor ve çok derinlikli olmasa da keyifli bir seyir süreci sunuyor. Ha bu arada The Hunger’da sahnede izlediğimiz Candaş Baş’ı sahnede izlemeyi uzun süredir ne kadar özlemiş olduğumu fark ediyorum.  


Volksbühne’de bedenler sınırlarını zorlayıp, yer yer sarkastik ve grotesk anlatılara hizmet ederken, bir diğer merkez Schaubühne’de bedenler daha hijyenik bir biçimde ve danstan ziyade tiyatro eserlerinin hizmetinde sahne alıyorlar. İki sahne arasında yalnızca repertuar değil, bedenin sahnedeki konumlanışı ve seyirciyle kurduğu ilişki de farklılaşıyor. Schaubühne’nin dansla kurduğu ilişkiyi araştırınca karşıma ünlü Alman koreograf Sasha Waltz’ın 1990’ların sonlarında Thomas Ostermeier, Jens Hillje ve Jochen Sandig ile birlikte Schaubühne’nin kolektif sanat yönetimini üstlendiği ve böylece kurumun tarihindeki en radikal dönüşümlerden birine öncülük ettiği bilgisi çıkıyor. Waltz 1999–2004 yılları arasında çağdaş dansı Schaubühne’nin merkezine taşımış ancak dansın kurumun genel yapısı içindeki ağırlığı zamanla fikir ayrılıklarını da beraberinde getirdiğinden, 2004 yılında Waltz’ın Schaubühne’den ayrılmasıyla bu dönem sonlanmış. Ancak bu ayrılıkla birlikte, 1993’te kurulan Sasha Waltz & Guests topluluğu, bağımsız bir çizgide üretimlerini sürdürmeye devam etmişler ve dans ağırlıklı olmakla birlikte disiplinlerarası ve deneysel işlere de alan açan Radialsystem V gibi mekanlar etrafında örülen bir ekosistem inşa etmişler. Sasha Waltz & Guests’in kurucu partnerlerinden biri oldukları Radialsystem V, sadece bir performans mekanı olarak değil, aynı zamanda bir prova alanı, yaratıcı üretim merkezi ve uluslararası işbirliklerinin buluşma noktası olarak kurgulanmış. Endüstriyel bir pompa istasyonundan dönüştürerek bu mekanı kuranlardan Jochen Sandig ise, hem Waltz’a uzun süredir verdiği organizasyonel ve kurumsal destek ile onun suç ortağı, hem de özel hayatındaki partneri. Çok merkezli Berlin sahnelerinden Radialsystem V, kesinlikle ön plana çıkan ‘dans merkezlerinden’ biri. 


Benim geçen sezon Radialsystem V’te izlediğim Travelogue I – Twenty to eight ise, Waltz’ın 1993’te Sandig’le birlikte Sasha Waltz & Guests topluluğunu kurarken ortaya koyduğu ilk yapımlardan biri. Waltz için hem bir repertuar klasiğine hem de yaşayan bir koreografik arşive dönüşen bu yapıt, beş uluslararası dansçının diyaloglarından yola çıkarak şekillenmiş ve bugüne dek farklı kuşaklar tarafından sahnelenmiş. Adeta günlük yaşamı ve mutfak gibi aşina olduğumuz gündelik mekanları sahneye taşıyan bu yapıtta Waltz, toplumsal alışkanlıkları, güç dinamiklerini ve cinsiyet rollerini, mizahi, ironik, bazen şiddetli bazen ise tutkulu bir anlatım ile ortaya koyarken bunu, bedenin hem keskinliği hem de kırılganlığını kullanan bir koreografi ile gerçekleştiriyor. 


Travelogue I – Twenty to eight, ©Sebastian Bolesch
Travelogue I – Twenty to eight, ©Sebastian Bolesch

Dansı daha doğrudan merkezine alan bir diğer deneyimim ise, Staatsballett Berlin’in  Deutsche Oper’de yer alan gösterisinde gerçekleşti. Sharon Eyal’in SAABA ve Ohad Naharin’in Minus 16 adlı eserlerini kısmen daha önce izlemiş olsam da aynı gecede, hem de teknik ustalıkları ile gerçekten kendilerine hayran bırakan bir topluluktan izlemek çok keyifliydi. Naharin’in Gaga tekniğiyle bedenin coşkulu ve enerjik bir dönüşüm geçirdiği anlara, Eyal’in hipnotik ve ritmik dili eşlik etti. Beni bu sezon en çok etkileyen dans gösterisi ise, Almanca konuşulan ülkelerde sahnelenen yüzlerce yapım arasından seçilen ve yılın en dikkat çekici ilk on gösterisini Berlin’de bir araya getiren Theatertreffen’de izlediğim Kontakthof – Echoes of '78 adlı yapıttı. Hemen bir parantez açarak Berlin sahnelerinin tiyatro, dans, performans gibi farklı disiplinleri arasındaki geçişkenliğin de altını çizmek isterim.  


Kontakthof – Echoes of ’78, ©Ursula Kaufmann
Kontakthof – Echoes of ’78, ©Ursula Kaufmann

Kontakthof – Echoes of '78, Pina Bausch’un 1978 tarihli başyapıtı Kontakthof’un bu yapımda yer almış olan ve bugün 69–81 yaş aralığında olan dansçılarla, onlardan biri Meryl Tankard’ın video görüntüleri ile canlı performansı iç içe geçirerek bir tür yeniden yorumlanmasından öte, bizi farklı açılımlara da götüren özgün bir yapıt. Geçmişle bugünün bedenleri arasında bir diyalog kuran ve hafıza, yaşlanma, kayıp ve sahne mevcudiyeti gibi kavramları hem duyumsatan hem sorgulatan bu eserde, orijinal gösterimde yer alan bazı dansçılar yaş almış bedenleriyle sahneye dönerken, zamanın bedende bıraktığı izler olağanüstü bir şiirsellikle görünür kılınıyor. Bizler, bedenin salt estetik bir mevcudiyet değil aynı zamanda hafızanın bir  taşıyıcısı ve aktarıcısı olduğunu ‘o zaman ve orada’ ile ‘şimdi ve burada’ arasındaki yolculukta hatırlıyoruz. 










Yorumlar


bottom of page