Kaçak Çay’ın Demli Dostluğu: Kaçak Çay Saati Performansı Üzerine Röportaj
- Lal İlbahar

- 3 saat önce
- 10 dakikada okunur
19–27 Eylül 2025 tarihleri arasında 7. İstanbul Fringe Festivali kapsamında sahnelenen Kaçak Çay Saati, Fatih Gençkal ve Mustafa Zeren’in tanışmalarından itibaren birlikte üretme isteği ve heyecanıyla başlayan bir yolculuk. Farklı coğrafyalardan ve bedenlerden gelen iki kişinin hikâyeleri, bu performansın yapı taşlarını oluşturuyor; zamanla dostluğun sıcaklığıyla demlenerek sahnede bir anlatı ve ortak dil yaratıyor. Birlikte üretmek neye benzer? Bir bedeni diğerinin ritmine nasıl aktarırsın? Kimin bedeni, hangi dilde özgürdür?
Belçika’dan Marsilya’ya, İstanbul’dan Ankara’ya uzanan serüveninde Kaçak Çay Saati, “yasak” olanla “meşru” olan arasındaki sınırları sorgularken, kaçak çayı bu yolculukta paylaşmanın ve direncin sembolü olarak kullanıyor.
Fatih ve Mustafa’nın sahnedeki birlikteliği; birbirini tercüme etmenin, anlayamamanın, bedenle konuşmanın ve sustuğunda dahi anlatmanın tüm katmanlarını açığa çıkarıyor. Kişisel bir hikayenin çağdaş dans pratiği ile buluştuğu bu yapıt, nüanslı yapısı ve barındırdığı mizahi ve politik ögelerle festivalin en çok konuşulan işlerinden oldu.
Bu buluşmanın anlatısı, yer yer meddahlık geleneğini andıran bir samimiyetle akıyor — sözle, bedenle ve sessizlikle örülen bir hikâye gibi. Seyirciye davetkar yaklaşırken sınırları sorgulayan Kaçak Çay Saati, yalnızca bir performans değil bir aradalığın sahnedeki yansımasına dönüşüyor.

Lal İlbahar: Öncelikle Kaçak Çay Saati nasıl doğdu, yola çıkış süreci ve temelinin inşası nasıl gerçekleşti? Bu süreçte size esin kaynağı olan veya oluş hikayenize katkıda bulunan unsurlar veya olaylar var mıdır?
Fatih Gençkal: 2020 yılında gerçekleşen Daire Konuk Sanatçı Programı, Mustafa ile tanışmamıza vesile olduğu için birlikte çalışma serüvenimizin de miladı. Burada ikimizin ayrı ayrı yaşadığı deneyim aslında sonra birlikte ürettiğimiz iki işin de temelindeki malzemeleri ve çatışmaları içeriyor.
Bu buluşmadan sonra birlikte bir iş üretmek istedik. Ve bildiğimiz tek şey buydu. İşin neyle ilgili olacağı, nasıl gerçekleşeceği, nasıl fonlanacağı vs üzerine düşünmeden giriştik. Birbirimizle ilgili bildiğimiz şey de çok azdı. Ben Mustafa’nın çağdaş dansla ilgilendiğini biliyordum, o da benim Mimar Sinan’da çağdaş dans okuduğumu. Ve birlikte bir dans işi üretmek için yola çıktık. Benim için tamamen farklı arka planlardan gelen ve farklı hayat hikayeleri olan iki sanatçının klişelere sığınmadan, eşit ve ortak bir üretimde bulunmasının imkanlarını araştırmak çok heyecan vericiydi.
2023 yılında gerçekleştirdiğimiz ilk iş olan Kaçak Çay Performansı, bu yolun ne kadar zorlu olduğunu olabildiğince çıplak biçimde anlatan bir performanstı. O performansı yapmış olmak aslında Mustafa’yla ilişkimizde de bir kırılma yarattı bence, ilişkimizdeki 0 noktasını bulmak gibiydi. Oradan sonra artık gerçekten birlikte bir şeyler yapmaya başlamışız gibi hissediyorum.
Lal: Performansın dikkat çeken unsurlarından biri, üç dilin — Kürtçe, Türkçe ve İngilizce — bir arada sahnede yer bulması. Bu çokdillilik, dili kültürü oluşturan bir yapı taşı olma niteliğinin ötesinde anlatının belirleyici bir unsuru haline getiriyor. Bu çokdilliliğin dahil edilmesindeki temel amaç nedir?
Fatih: Aslında çok basit ve biraz da komik bir durum. Performansın içinde İngilizce konuşulmasının sebebi performansın Brüksel’de bir kurum tarafından desteklenmiş ve orada ilk gösterimlerini yapmış olması. Tuhaf olan Türkiye’nin iki ucunda yaşayan iki sanatçı olarak birlikte bir üretim yapmamızı yurtdışından bir kurumun desteklemesi. Şu an örneğin Türkiye’de performansı gösterecek yer bulmak için de çok ekstra çaba göstermemiz gerekiyor. Öte yandan bu bilgi performans için anlamlı ve önemli bir bilgi çünkü temelde sanatsal üretimin koşulları ile ilgileniyor performans. Bu işi Türkiye’nin iki ucundan biri Türk, biri Kürt iki sanatçının bir dans işi üretme serüveni olarak görüyoruz ve bu süreçte olan her şey bu işin malzemesi olabilir. Bu sebepten de Türkiye’de işi gösterirken İngilizce kısımları Türkçeleştirmedik çünkü bu da seyircinin karşılaşmasını ve üzerine düşünmesini isteyeceğimiz bir şey.
Bu çeviri hali, performansın yapısını da etkiledi. Birbirimizi çevirme, seyirciye bir şeyleri anlatma, anlatabildiklerimizi sorgulama ve bunun farklı yöntemlerini bulma işin önemli bir parçası haline geldi.
Bir diğer katmana bakacak olursak da çok dillilik ülkemizin ve dünyanın kaçınılmaz -ama kaçınılmaya çalışılan- bir gerçekliği. Ben Türkçe ve İngilizce konuşuyorum, Mustafa Türkçe ve Kürtçe konuşuyor. Seyirci de farklı yerlerde farklı dilleri konuşuyor. Yani çok az insan performansta konuşulan her şeyi anlayabiliyor. Metnin farklı kısımlarının farklı coğrafyalarda kaybolması fikri hoşumuza gidiyor. Gerçekliğin sadece belli bir kısmını algılayabilmek. Bu sahne üzerindeki Mustafa ve ben için de geçerli, seyirci için de. Hiçbir şeye tam olarak hakim değiliz.
Bu birbirimizi mütemadiyen tercüme etme/edememe hali sadece metinsel de değil. Bedensel olarak da birbirimizi tercüme ediyoruz ve aynı hareket cümlesinin farklı bedenlerde gösterilmesini de izliyor seyirci. Bu bazen taklit olabiliyor, bazense hareketin farklı bedenlerdeki tezahürü. Hareket ve metnin birlikte tercüme edilmesi de yeni anlam katmanları yaratıyor diye düşünüyorum.

Lal: Performans; iki arkadaşın gündelik sohbetleriyle başlayan, hayat pratikleri ve dans hareketleriyle gelişen, sonunda demlenen çayın ikram edilmesiyle de izleyici-oyuncu ilişkisini alıştığımız mesafe ve duruştan çıkarıp samimi ve organik bağa dönüştüren etkileyici bir kurguya sahip. Bu etkiyi yakalamayı nasıl başardınız? İzleyiciyle kurulan bu interaktif yapıyı tasarlarken ne tür duygular veya düşünceler uyandırmayı hedeflediniz?
Fatih: Yapabildiğimizi yaptık aslında. Herhangi bir etki ya da duygu uyandırmak gibi bir hedefle yola çıkmadık. Zaten işin farklı insanlarda oldukça farklı etkiler uyandığını da gözlemliyoruz. Performansta da bahsettiğimiz gibi bu, Mustafa ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ikinci iş. Yani birlikte çalışmanın yollarını arıyoruz ve bu süreçte iki eser ürettik. İlk eser sürecimiz çok sancılıydı -farklı şehirlerden bir araya gelme organizasyonu, prova mekanı, bambaşka iki arka plana sahip iki insan olarak birbirimizi tanımanın zorluğu, kişisel hayatlarımızdaki zorluklar vs- ve eser, bu sancıları ve çarptığımız duvarları ayrıntıları ile anlatıyordu. Bu ikinci eserde ilk kez Belçika’da birlikte 3 hafta geçirme ve stüdyoda çalışma şansı bulduk ve ilk kez aynı evde -Antwerp’teki Monty adlı kurumun misafir sanatçı evinde- yaşayıp birlikte bir pratiği paylaştık. Yine zorlu bir süreçti bu. Ancak bu süreç, bizim yavaş yavaş birlikte çalışma yöntemleri geliştirmeye başlamamıza vesile oldu. Cansu (Pelin İşbilen)’in varlığı bizim için dengeleyici oldu bence. Çay -mümkünse kaçak- en başından beri bizi bir araya getiren en önemli unsurdu. Ve bu hep güçlü biçimde var oldu ilişkimizde. Antwerp’te de her sabah kahvaltı ritüelimiz Mustafa’nın demlediği çayla başlardı mesela. Mustafa’yla 5 yılı aşan bir dostluğumuz var artık ama yılda en fazla birkaç kez ve hep işle ilgili görüşüyoruz. Belçika’da birlikte geçirdiğimiz zamanın önemli bir bölümünü hayatımızda -ruhsal ve bedensel olarak- olup bitenleri birbirimize anlatarak geçirdik. Bu bizim için önemliydi çünkü bir iş üretirken bir yönüyle de Mustafa’yla bir dostluk üretiyoruz aslında. Bunun nasıl olduğu, hangi kurallarla, nasıl geliştiği soruları hayat için olduğu kadar performans için de anlamlı sorular. Ve bu süreçte özellikle çatıştığımız ya da tıkandığımız yerlerde kendimize has çözümler geliştirmeye başladık. Bunlar, performansta da yansımalarını buldu diye düşünüyorum. Performansta belki ahenkli bir birliktelik, akışkanlık yok ama aramızda gelişen ve gün geçtikçe derinleşen bir bağın ve diyaloğun seyirci için de görünür olduğunu düşünüyorum.
Mustafa Zeren: Kaçak çay performansıydı, Brüksel'de Kaçak Çay Saati’ne dönüştü. Tabi bizim de dönüştüğümüz gibi. Fatih'in de benim de dönüştüğüm gibi, performans da dönüştü. Bu nasıl oldu? İçimizdeki susturulmuşluğu, sessizliği bozmakla oldu. Buna yol açan büyük etkilerden bir tanesi de ilk defa birbirimizle bu kadar çok fazla kaldık ve bu kadar çok çalışma fırsatı bulabildik. Fatih, ben ve Cansu (Pelin İşbilen) beraber çalıştık. Bir yerde takıldık ve bir yerde tıkandık ve o tıkanmıştık bizi bayağı bir etkiledi. Beni ayrı Fatih'i ayrı Cansu'yu ayrı etkiledi. Yani kendi adıma konuşayım, susmuşluğumu, bastırılmışlığımı, konuşmama halimi, içime gömmemi tamamen reddedip olduğum gibi davranmaya karar verdim. Böyle bir dönüşüm yaşadım ve Kaçak Çay Saati ortaya çıktı.
Lal: Kaçak olanla serbest olan üzerine düşünmeye davet eden bu eser, kimin neyin serbest olduğuna karar verdiği bir düzende bedenimizi, hayatlarımızı ve sahnedeki adımlarımızı nasıl şekillendiriyor? Tüm bunların çağdaş dansla nasıl bir ilişkisi var?
Fatih: Eserdeki bu vurgu da eserin kendisi gibi önceden tasarlanmaktan ziyade gün be gün çalışırken karşılaştığımız durumlarla şekillenmiş bir vurgu. Antwerp’teki bir karşılaşma sırasında yaşadığımız bir aydınlanma ile eserin ana fikrinin bu olabileceğini anladık. Bedenlerimizin, sözlerimizin, hatta hayatta olup bitenleri nasıl algıladığımızın bile çok farklı etkenlerle koşullandırıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Neyin normal, makbul, meşru, serbest olduğuna dair verili diye düşündüğümüz koşullar var. Böyle düşünmemizin de sebepleri var tabi ki: çünkü o “normal” olanlar destekleniyor, onlar teşvik ediliyor, onun dışında olanlar için hayat her anlamda zorlaşıyor. Bunu politik olarak düşünün ya da dans alanına, tiyatro alanına ya da başka bir yaratıcı alana tercüme edin. Kapitalist ve kolonyal düzen her topluluğu, ürünü, hareketi ve üretilen anlamları kodlayıp “anlaşılır” hale getirme, bu şekilde kompartmantalize etme ve güç ilişkilerindeki yerini belirleme peşinde ve bu düzen çoğu zaman farkında bile olmadığımız, bunları teşvik eden normlarıyla hayatımızı belirliyor. Bunu global ölçekten en basit arkadaşlıklara, kimlerle nasıl arkadaşlık ettiğimize kadar insan ilişkilerinin her kademesinde görebiliyoruz. Bunu kendimizi de içine alarak söylüyorum. Mustafa ile bu işi yaparken çarptığımız duvarlar hemen her zaman bunlarla ilgiliydi ve kendi içimize işleyen bu normlarla karşılaşmak bizim için çok rahatsız ediciydi. Bunları yaptığımız iş üzerinden deşifre etmek bizim için anlamlıydı.
Çağdaş dans konusunu daha da açarsak, bizim ilişkimizde verili olan bilgi şu: ben yurtdışında eğitim almış, hem tiyatro hem de çağdaş dans üzerine yüksek lisansı olan, “eğitimli” bir sanatçıyım, Mustafa ise tamamen kendi çabasıyla tiyatroyu öğrenmiş, harekete ve dansa dair bir merak ve bilgi geliştirmiş bir sanatçı. Bu durum, kurumsal öğretimin dayattığı ustalık fikri üzerinden aramızda bir güç ilişkisi üretiyor ve bunun üstesinden gelmek için bunu fark etmek sadece bir başlangıç. Birlikte çalışırken çağdaş denen şeyin ne olduğu, bizim nelerden ilham aldığımız, nelere özendiğimiz, neleri merak ettiğimiz, nelerle ilişki kurduğumuz üzerine çok konuştuk. Burada en azından Selim Sırrı Tarcan’dan bu yana süregelen bedeni terbiye etme, dans/hareket formlarını “modernleştirme”, “ehlileştirme” süreçleri ve tüm bunların ideolojik arka planını oluşturarak neye özenilmesi, nereden ilham alınması, neyin merak edilmesinin makbul olduğuna dair kabullerimizin şekillenmesi üzerine düşündük. Kapitalist ve kolonyal “batı” medeniyeti, “doğu”yu ya da “öteki” addettiklerini kendi gözünden görürken bunu gördüğüne de empoze ediyor. Bir yerden sonra “öteki” de kendini onun gözünden görüp yargılamaya başlıyor. Önceki işte söylediğim bir cümle vardı: “Mustafa bana özeniyor, ben Jerome Bel’e özeniyorum ve herkes mutsuz.” Bu kolonyal zincir bizi mutsuz ediyor. Ya da daha doğru ifade ile kendimizi bu zincirin parçası olarak algılayıp dünyaya böyle baktığımız sürece mutsuzluğa mahkumuz. Dünya bizden bunu talep ediyor belki ve de bu dilden anlıyor belki. Ama öte yandan dünyada birçok insan da başka alternatifler üretmeye çalışıyor. Biz de bunu yapmaya çalışıyoruz sanırım.

Lal: Günlük hayatın sıradan anlarını sahneye taşımanın, sosyal ve politik temaları dansla buluşturmanın ve bu tür projeler ortaya çıkarmanın zorlukları ve avantajları nelerdir?
Fatih: Üretim aşamasındaki zorlukların bir kısmından bahsettim. Bunlara işi üretme koşullarını oluşturmanın -fon, çalışma ve sergileme mekanı bulma gibi- zorluklarını eklemek gerek ama bu artık Türkiye’deki her yaratıcı faaliyetin en temel sorunu sanırım. Bizim için ekstra olan farklı şehirlerde yaşamak ve bir araya gelmemizin bile önemli bir bütçe oluşturması idi. Bu anlamda biraz imkansız bir işe soyunduk. Sanki bir deney gibi: konu yok, tema yok, sadece iki insan birlikte bir dans işi üretmeye çalışıyor. Bahsettiğiniz günlük hayata ve sosyal-politik temalara dair anlar, bu çaba içinde kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan öğeler sanırım. Ya da bizim karşımıza bunlar çıktı diyeyim, başkasının karşısına başka şeyler de çıkabilir. Bu anlamda pek çok izleyicinin aşina olduğu durum ve koşullardan bahsediyoruz. Öte yandan kişisel hikayelerimizin de birbirleriyle oldukça uzak olmasının getirdiği dramatik etki de kaçaklık, tahakküm, üretim koşulları ve etkileri üzerine pek çok temayı eserin ortasına yerleştirdi sanırım.
Lal: Hikayenizi, geçmişinizi, doğduğunuz yeri ve büyürken içselleştirdiğiniz sözlü, yazılı ya da bedensel kültürü sahneye taşımak sizin için nasıl bir deneyimdi, neler hissettiniz? Bu süreçte yaşadığınız çekinceler, farkına vardığınız noktalar ya da geçirdiğiniz dönüşümler oldu mu?
Fatih: Otoetnografik bir yöntemle çalışmak benim hep ilgimi çekti. Sanatsal üretimde kendi hikayemizi, algılarımızı ve üretim biçimlerimizi işlerin temel araştırma alanı olarak düşünmek özellikle içinde bulunduğumuz yaratıcı bağlamda bana anlamlı geliyor. Eğitim ve profesyonel hayatım boyunca pek çok metoda, üretim biçimine, “doğru”ya maruz kaldım ve birşeyler üretmeye başlarken her zaman kendi gerçekliğimle bunların arasındaki mesafeyi hissettim. Ayrıca kendime ve etrafımda bana benzeyen insanlar başta olmak üzere diğer insanlara, kurduğumuz, işlettiğimiz ve maruz kaldığımız sistemlere baktığımda hepsiyle ilgili dertlerim olduğunu ve bunların üretimlerime sızdığını fark ettim. Örneğin ilk işim Olmamış mı? 90larda büyümüş, benim de mensubu olduğum kuşağın hikayeleri ve o dönemin (özellikle pop) kültürü ve sosyo-politik ortamı ile ilişkileri üzerineydi ve tamamen o işi birlikte ürettiğimiz 5 icracı sanatçının otobiyografik malzemelerini kullanıyordu.
Bu işte de bahsettiğim gibi malzeme neredeyse tamamıyla biziz. Mustafa her zaman ilham verici bir anlatıcı olarak beni etkiledi ve performansta paylaştığı her şeyi müthiş bir olgunluk ve beceriyle paylaştı. Hem ilk işimiz Kaçak Çay Performansı’nda hem de bu işte kendimizle, birbirimizle ve içinde hareket ettiğimiz dünya ile ilgili karşılaşıp şaşırdığımız, bazen utandığımız, bizi çaresiz hissettiren, güldüren, merak ettiren pek çok durumu mümkün olduğunca az müdahale ile seyirciyle paylaşmaya çalıştık. Bu sürecin bizim için çok özgürleştirici olduğunu ve dostluğumuzu derinleştirdiğini düşünüyorum.
Lal: Kaçak Çay, yalnızca Türkiye’de değil, Avrupa’da da demlendi; Fringe Festival kapsamında Arter’de sahnelendi ve yurt içi ile yurt dışında pek çok izleyiciyle de buluştu. Peki, bu farklı coğrafyalarda Kaçak Çay Saati nasıl karşılandı, nasıl bir etki bıraktı?
Fatih: Öncelikle -ne yalan söyleyelim- hoşumuza giden bir kafa karışıklığı var. Bazı insanlar Kaçak Çay Saati’ni, daha önce yaptığımız iş Kaçak Çay Performansı sanıyorlar. Sanki ismi değişmiş, ya da biraz geliştirilmiş bir versiyon gibi. Biraz da korsan bir versiyon hissi var bu kafa karışıklığında benim için. Orijinalinin Çin’de üretilmiş kopyası, yan sanayi ürünü vs gibi. Bu kaçaklık hissi çok hoşumuza gidiyor. İşe gelen izleyici de ne izleyeceğini bilemiyor çünkü bir yandan iş her halükarda sahne üzerinde de dönüşmeye devam ediyor.
Önceki işimizi İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da sergiledikten sonra Amsterdam ve Berlin’e götürmüştük. Kaçak Çay Saati’ni ise Brüksel’de ve Marsilya’da sergiledik Şubat 2025’ten bu yana. Sonra Eylül’de İstanbul Fringe’de, Ekimde Ankara Etimesgut KentFest’te sergiledik. Bu sefer tersine işledi süreç yani. Önceki işte farklı çoğrafyalarda çok farklı tepkiler aldık ve bu çok öğretici oldu. Avrupa’da genellikle çok iyi tepkiler aldık ancak orada tabi ki eserdeki nüansların anlaşılması daha sınırlı kalabiliyor. Yine de özellikle Jerome Bel üzerinden Avrupa dans sahnesine ve bizim oradaki konumumuza dair yaptığımız analoji ve kaçak çay üzerinden anlattığımız modernleşme hikayesi bence onlar için anlamlı idi. Türkiye’de ise insanlar bunun yanında çok daha kişisel ve duygusal bağlar da kurdular işle. Özellikle Ankara’daki gösteri sonrası söyleşide işin politik vurgusunun yanı sıra otoetnografik anlatısının kişisel hikayelerle farklı katmanlarda kesişmelerine dair geri bildirimler aldık. Açıkçası benim beklediğimden daha duygusal bir etki bıraktığını fark ettim işin.
Mustafa: Oradaki tepkiler çok güzeldi. Orada Türkçe ve Kürtçe anlayanlarla da karşılaştım, çok güzel tepkiler aldım. Önceki işi izleyenlerden de daha iyi olmuş, çok daha güzel olmuş, şekillenmiş, oyunun ayakları yere basmış diye yorumlar da aldım.
Avrupa’da da çok büyük bir fark yoktu. Ben biraz yabancıydım. İlklerimin arasındaydı. Avrupa'ya gidişimin heyecanıyla oyunun heyecanı, seyirciyle karşı karşıya geldiğimiz heyecan birbirine karışmıştı. Ama güzel duygular içerisindeyim. Daha önce hiç karşılaşmadığım yorumlarla karşılaştım, tepkilerle karşılaştım. Güzel yorumlar, güzel tepkiler. Tabi kötü yorum var mı yok mu onu çok bilmiyorum ama kötü yorum da geliştirir insanı. O yüzden şey diyoruz oyunda: Bu oyunda sizin de değiştirmek istediğiniz bir şeyler varsa, oyunun sonunda bize “Burası olmamış, burasını böyle yaparsanız daha iyi olur.” diye söyleyebilirsiniz diyoruz seyirciye. Espiri gibi tabi ama bunların tamamı da bize yol kat ettiriyor. Yani bunu söyleyebilirim, teşekkür ediyorum.

Lal: Fatih ve Mustafa, yaşadığınız deneyimlerin ve sahnede hayat bulan performansın sizde bıraktığı izleri birer cümleyle anlatır mısınız?
Fatih: Birbirimizden öğrendiğimiz, ne tamamen Mustafa’ya ne de bana ait olan bir alan kurmaya çalışıyoruz ve bu süreç hayattaki tüm varoluşumuzu genişletmemizi sağlıyor gibi hissediyorum.
Mustafa: Her yaptığımız performansta, her sahnede veya gittiğimiz her yerde farklı deneyimler yaşıyoruz ve hem olumlu hem olumsuz deneyimlerin tamamı bize çok güzel şeyler katıyor. Kendimizi geliştirip kendimizi dönüştürüp kendimizi değiştiriyoruz, bunu fark ediyorum. Tabii ikimiz de seviyoruz, sevdiğimiz işi yaptığımız için bu böyle oluyor. Dönüp kendimize bakmamızı sağlıyor aslında. Onun dışında bunu söylemeden edemeyeceğim: ben mesela şu an marangozluk işinde çalışıyorum, kendi işimi yapıyorum. Bu çok güzel bir duygu gerçekten. Ama istediğin, sevdiğin işi yapmak bambaşka bir duygu, bambaşka bir olaydır, yani harikulade bir histir. O yüzden biz tiyatroyu, performansı, sanatı sevdiğimiz için aslında daha güzel işler yapabildiğimizi düşünüyorum. Teşekkür ediyorum.



Yorumlar