Birden Fazla Mana Bir Mekânda: A Tangible Blue Performansı Üzerine Röportaj
- Lal İlbahar
- 5 Ağu
- 12 dakikada okunur
Bir anda küçük bir mum yandı; sonra kocaman bir güneşe boyandı. Belki de dünyayı, o küçük mum ışığını güneşe dönüştürenler kurtaracaktır. a tangible blue, işte tam da bu ışığın izinden gidiyor görünmeyeni görünür kılan, birden fazla mânâyla çoğalan, maddenin içinden usulca sızan o ince yarığı aralıyor. Dünyanın bütün sabahlarını bir ateşböceğinin yanına gizleyen o an gibi...
25 metrekarelik modüler bir enstalasyon ile çağdaş dans performansını bir araya getiren eser, sanatçıyı ve izleyiciyi çok katmanlı, anlamlarla örülü, sınırları belirsiz bir keşif alanına davet ediyor. Hareket ile mekân, beden ile yapı arasında kurulan geçirgen ilişki, izleyiciyi yalnızca bakan değil; hisseden, algılayan ve katılan bir özneye dönüştürüyor.
Yerleştirmenin fiziksel yapısıyla bedensel ifadenin iç içe geçtiği bu deneysel performans, görsel bir izlenimin ötesine geçerek, duyusal ve düşünsel bir karşılaşma yaratıyor. a tangible blue, 1 Haziran 2025’te DasDas İstanbul’da gerçekleştirilen prömiyerinde izleyiciyle ilk kez buluştu.
Lal İlbahar: Öncelikle “a tangible blue” adlı çağdaş dans enstalasyonu, Türkçe‘ye somut veya elle tutulabilir mavi olarak çevriliyor. Bu “somut mavi” ismi nereden geliyor, eserde bu maviyi deneyimlemek mümkün mü? İsmin çıkışıyla eserin yolculuğu arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Şiva Canbazoğlu: Performansın alan açmak istediği konsept; simgelerin ve sembolizmin insan şuurundaki tezahürünü incelemek, farklı kaynaklardan alınan bilgileri sentezleyerek bu öğelerin tarih boyunca taşıdıkları anlamları, neyi sembolize ettiklerini ve form kazanarak görünür hâle gelen bu oluşların, aslında yalnızca sezilebilen ve görünmeyen bir gerçeklikte nasıl bir yöne evrilebileceklerini araştırmaktır. Yani sayı ve şekilden, tesir ve yöne şeklinde bir geçiş söz konusudur.Jung’a göre bir simge ya da sembol, düşünülemeyecek; yalnızca sezilen ya da hissedilen bir şeyi ifade etme ihtiyacı ortaya çıktığında görünür hâle gelir. Yani görünenin ardında yatan bir umman vardır ve biz yalnızca onun izdüşümlerini görürüz, ama sezgisine veya hissine sahip olabiliriz.
Buradan yola çıkarak, a tangible blue ismi, sezgiye dokunabilme imajından hareketle seçilmiştir. Tarih boyunca mavi renk, doğada nadir bulunan ve bu nedenle son derece kıymetli sayılan bir renk olmuştur. Doğal pigmentler arasında mavi, elde edilmesi en zor olanlardan biridir; çünkü bitkilerde ve minerallerde mavi pigment nadiren saf hâlde bulunur. Bu pigmentin üretimindeki zorluklar ve sınırlı kaynaklar, mavinin yüzyıllar boyunca ayrıcalıklı, ruhani ve hatta ilâhî bir anlam kazanmasına neden olmuştur. Doğadaki bu kıtlık, mavinin hem sanatta hem de sembolizmde özel ve etkileyici bir yer edinmesini sağlamıştır. Bu nedenle isim olarak da bu renk tercih edilmiştir.
Performansın konseptinde ve hissiyatında güçlü şekilde varlık gösteren a tangible blue ismi, sahnede fiziksel olarak yalnızca bir adet mavi gül olarak yer alır ve performans boyunca başkalaşır, dönüşür. Sembolik olarak bir anlam taşır ancak yorumu seyirciye bırakılmıştır; çünkü mavi gülün farklı formları, her birey için farklı anlamlara sahiptir. Ve bence bu, şiirselliğin en güzel yönlerinden biridir.
Gül önce saça takılır; sonra parçalanır, toparlanır, keselenir, dikilir ve gözlere takılır. En sonunda gözlere takıldığı anda biri, gözleri kapalı şekilde yapının üstünde yürür. Görmediği hâlde, üzerinde yürüyebileceği somut bir yol bulur.

Lal İlbahar: Yapılan 25m2 tahtadan modüler enstalasyon yolculuğun ilk adımlarından itibaren inşa edilmesi planlanan bir yapı mıydı yoksa performansla beraber şekillenip sonradan mı üretimine karar verildi? Bu enstalasyonun büyük çaplı oluşu prova yapma ve sahneleme basamaklarını nasıl etkiledi?
Şiva Canbazoğlu: Performansın konsepti ve enstalasyonun tasarımı eş zamanlı olarak oluştu; büyük bir kâğıda yazdım, çizdim. Uzun bir süre, enstalasyonu inşa edebilmek ve yaratım sürecini destekleyebilmek için kaynak aradım. Ancak sonunda, büyük bir fon almadan; kendi imkânlarım, birlikte çalıştığım sanatçıların ve mekânların sağladığı olanaklarla performansı hayata geçirdik.
Enstalasyonun çizimlerini birgün, evimize gelen bir usta gördü, Selahattin Çelik, ne olduğunu sordu ve sonrasında beraber inşa etme kararı aldık. Mekanik olarak işleyişi ve imajımın gerçekleşmesi konusunda emekleri ve katkıları çok büyük. Yaklaşık olarak iki ay, onun bahçesinde üstüne çalıştık ve yağmurlar başlamadan bitirdik.
Yaratım sürecine ev sahipliği yapan, bize alan açan çakSTÜDYO, performansın var olabilmesi konusunda çok büyük bir etken. Buradan da yeniden ve gönülden teşekkür ederim…
Çoğu provamızda yapıyı depodan stüdyoya, stüdyodan depoya taşımamız gerekti ki, bir süre sonra enstalasyon bizden biri gibi oldu, onsuz prova yaptığımızda eksikliğini hissettik. İlk başlarda yapıyı kurmamız 1 saat sürerken sonlara doğru 15 dakikalık bir rekor kırdık :) Bu aksiyon yaratım sürecimizi özel kılan, bizi birleştiren değerli bir ritüele döndü.
İşin prova yapışı ve sahneleme ayağı külfetli, hatta başlarda neredeyse imkansız gibi gözükse de, bir yolu bulundu, bulunuyor. Kervan yolda düzülür, sürece adapte olabilmeyi öğrenmek, onunla gelişmek, değişmek ve belirsizliğin içinde hareket etmeyi ve yol bulmayı öğrenmek çok değerliydi.
Lal İlbahar: 5 farklı dansçı olarak icra ettiğiniz eserde koreografi ve doğaçlama arasında nasıl bir denge kuruldu? Hareketlerin belirlenmişliği ve sınırları nerelerde yoğunken nerelerde kendini dansçıların hayal gücüne ve bedensel sınırsızlığa bıraktı?
Şiva Canbazoğlu: Beden ve hareket, yürüttüğüm araştırmanın temel çıktıları olarak işlev görüyor. Hareketin belirli bir şekli temsil etmesinden çok, bedenin iç organizasyonuna odaklandım, odaklandık. Bu nedenle hareket araştırmasının yönü; nazik, hassas, radikal bir dürüstlük ve ham fizikaliteyle şekillenmektedir. Koreografik açıdan detaylı biçimde işlenmiş ve titizlikle çalışılmış bir yapıdadır.
Performans süresince sahnedeki oluş rizomatik bir yapı izleyerek dönüşmektedir; yalnızca enstalasyon değil, onunla birlikte üzerinde gerçekleşen hadiseler ve bireyler de dönüşüme uğramaktadır. Bu değişimi koreografik olarak planladık ve prova sürecinde detaylı biçimde çalıştık.
Doğaçlamaya bırakılan alanlar başlarda şekillendi. Bu alanlarda da gelişigüzel bir yaklaşım yerine, oldukça spesifik yönergelere odaklandık ve bu yönergeler içinde derinleşmeye gayret ettik. Her prova ve icrada, hareketin dışsal görünümünden çok, onun kinetik yapısı ve içsel organizasyonu üzerinden daha rafine bir düzeye ulaşmayı amaçladık. Temel konumuz sembolizm ama bir şekil bulunsa bile, onu kesitlere ayırarak, onu bir arada tutan elementlerin üstüne konsantre olduk.
Sürecin ritmik çağrışımlarla beslenip kendi yapısını sürekli yeniden kuran dinamik doğası üzerine de çalışmalarımız devam ediyor.
Beste Demir: Şiva’nın zihninde imgeler, semboller ve durumlar vardı. Bunlar etrafında doğaçlamalar gerçekleştirdik; sürecin içinde neyin işlediğini birlikte keşfettik. Zamanla, bazı bölümlerin doğaçlama olarak kalması gerektiğini, bazılarının ise daha net çerçeveler içinde tanımlanması gerektiğini deneyerek belirledik.
Şiva’nın yönelimleri netti; fakat sezgilerini her zaman açık tutuyordu. Bu da sürece yoğun bir araştırma pratiği dahil etmemizi sağladı. Her dansçının kendi hareket kalitesi içinde kalmasını önemsiyor; aynı zamanda bu varoluşun, eserin ihtiyaçları ve kendi estetik tercihleri doğrultusunda belirginleşmesini, parlamasını istiyordu.
Koreografın beklentileriyle dansçının hareket doğasını bir araya getirebilmek, iki taraf için de en iyi işleyen yolu bulmak adına birlikte çalıştık. Bu süreç yalnızca bedenin fizikselliğine değil; aynı zamanda zihinsel durumumuza da dayalıydı. Doğaçlama ya da belirlenmiş materyal fark etmeksizin, zihinsel yapımızın eserin atmosferi, imgeleri ve duygusal tonlarıyla şekillenmesine önem verdik.
Benim Şiva ile çalışırken ki bir kişisel deneyimim de kendini sadece dansçının bedeninin sınırsızlığına bırakması değil, aynı zamanda o sınırsızlığı fark ettirmesi oldu.
Halil İbrahim Aygün: Eserin genel yapısı ağırlıklı olarak önceden belirlenmiş bölümlerden oluşmakta. Bununla birlikte, bu bölümler içerisinde daha esnek, açık uçlu skorlar da yer alıyor. Kendi solo bölümüm özelinde ise, belirli bir imge ve hareket kalitesi etrafında şekillenen bir yapıdan söz edebilirim. Bu bölüm, sınırlarla tanımlanmış olsa da kendi içinde sınırsız olan bir doğaçlama alanı sunuyor. Böyle bir yapı, her performansta anın içinde ortaya çıkabilecek olasılıklara açık kalmamı sağlıyor.
Barış Diker: Sürece başladığımız ilk anlardan beri Şiva’nın bizimle paylaştığı imgeler ve ittirmeden önerdiği hareket kaliteleri vardı. Bu imgeler ve kalitelerle oldukça fazla vakit geçirdik. Bu imgelerin ve önerilerin her dansçıda nasıl yankıladığını gözlemledik. Zamanla esere dair ortak bir dilimiz oluşmaya başladı. Her ne kadar çalışmalarımız çok imgesel başlasa da Şiva’nın kendi iç dünyasına bizi daveti ile bu imge ve hareketleri çeşitli şekillerde anlamlandırmamız sonucu yarattığımız bu dil, hareketin gözle görünür boyutunun ötesine daha çok odaklanıyor. Dolayısıyla koreografik ve doğaçlama anları, üretim ve çalışma aşamaları farklılık gösterse de iki farklı performe etme şekliymiş gibi hissettirmiyor.

Lal İlbahar: Performansta simgesel bir dil hâkim ve beden parçaları bu sembolik dile eşlik ediyor. Yer alan semboller ve simgeler neyi ifade ediyor, bunların bir karşılığı var mı ya da anlamını seyirciye mi bırakıyor?
Şiva Canbazoğlu: Performansta kullanılan semboller ve simgeler, belirli anlamlara gönderme yapmaktadır; ancak seyircinin bunların tamamını, tam olarak kavrayıp anlaması beklenmemektedir. Asıl amaç, performansın seyircide uyandırmaya çalıştığı deneyimin, sembol ve simgelerin bireyin bilinçdışı süreçleri üzerinde bir tesir bırakmasıdır. İzleyicinin, bu sembolik yapılarla kendi deneyimleri ve bilişsel kalıpları doğrultusunda etkileşim kurmasıyla, anlamlandırma süreci her birey için farklı ve özgün bir hal alabilir.Aynı zamanda program notunda, ilgilenenler için kullanılan semboller belirtilmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Daire, geometrik özellikleri itibarıyla, bütün şekillerin köken aldığı ve yıldız gibi kozmik nesnelerin doğal biçimi olan kürenin iki boyutlu düzlemdeki izdüşümüdür. Başlangıcı ve sonu olmayan daire, iki boyutlu düzlemde tekliği ifade eden en mükemmel şekil olarak kabul edilir. Sembolist anlamda daire, tekliği, bütünlüğü, tamlığı, ayrımsızlığı, homojenliği ve periyodik hareketleri simgeler. Çin ve Babil'deki bazı sembolizmlerde kare ile birlikte kullanılır; burada kare, yeri, daire ise göğü simgeler. Bu dualite, enstalasyonda 24 kare ve 1 daire ile sembolize edilir. Aynı zamanda, performans sanatçılarının kendilerini bu dualite kontekstinde nereye koydukları ve aradaki dengeyi nasıl kurdukları araştırılır.
Salıncak, özgürlük, denge ve geçişin sembolü olarak çeşitli kültürlerde anlam kazanmıştır. Yukarı ve aşağı hareketiyle yaşamın iniş çıkışlarını, değişimi ve ritmik döngüleri temsil eder. Çocukluk anılarını ve saf neşeyi çağrıştırmasının yanı sıra, salıncak aynı zamanda zamanın akışını ve dengedeki sürekliliği simgeler. Hem fiziksel hem de metaforik olarak, bireyin içsel dünyasında dengeyi bulma ve akışa uyum sağlama çabasını yansıtan güçlü bir imgedir.
Rizom, biyolojide yatay olarak büyüyen ve genellikle yer altında bulunan bir gövde yapısıdır. Bu yapı, bitkinin yeni sürgünler ve kökler oluşturmasını sağlayarak, bitkinin yayılmasına ve çevresel koşullara uyum sağlamasına yardımcı olur.
Aynı zamanda rizom, Gilles Deleuze ve Félix Guattari'nin felsefi düşüncelerinde merkezi bir kavramdır ve geleneksel hiyerarşik yapıların aksine, çoklu bağlantılar ve ağlar aracılığıyla organize olmayı temsil eder. Bu kavram, düşüncenin ve bilginin sabit bir merkez yerine dinamik bir yapı içinde var olduğunu vurgular. Rizom, çeşitliliği, esnekliği ve etkileşimi ön plana çıkararak, bireysel deneyimlerin ve perspektiflerin önemini artırır. Düşüncenin katmanlı ve çok yönlü doğasını keşfetmeye teşvik eder.
Bu kavram, performansın temasını işlemekte ve kompozisyonunu oluşturan metodolojinin şekillenmesinde önemli bir unsurdur. Sahneler, birbirine örülü bir şekilde, keskin sonları ve başları olmayan bir hâlde var olur. Çünkü yalnızca sezgi ve kontemplasyon ile erişilen görünmeyen gerçeklik gibi, rizomun da keskin bir başı ve sonu, nihai olarak eriştiği bir form yoktur. Sürekli olarak inkişafına devam eder.
Mavi, tarih boyunca pek çok kültürde derin sembolik anlamlar taşımış, ruhsal ve entelektüel değerlerle özdeşleştirilmiştir. Genellikle sonsuzluk, huzur, sadakat ve bilgelik gibi kavramlarla ilişkilendirilen mavi, gökyüzü ve denizin rengini temsil ederek insanlarda genişlik ve sükunet duygusu uyandırır. Antik çağlardan itibaren kutsal metinlerde ve sanatta ilâhî olanın ve manevi dünyaların simgesi olarak kullanılmıştır. Doğada nadir bulunması ve pigmentinin elde edilmesindeki zorluklar, maviyi ayrıcalıklı ve değerli kılarak, kültürel sembolizmde özel bir yer edinmesini sağlamıştır.
Balık, kadim kültürlerden günümüze uzanan geniş bir yelpazede; bereket, yaşam ve devinimle ilişkilendirilir. Balığın suda süzülerek ilerleyen varoluşu, maddeyle ruh arasında geçirgen bir akışa işaret eder. Bu yönüyle balık, yalnızca fiziksel yaşamın değil, aynı zamanda metafizik bir tesirin taşıyıcısıdır. Farklı inanç sistemlerinde ve mitolojilerde, balık çoğu zaman dönüşüm, sezgi ve ruhsal rehberlik kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Ruhsal alanla dünyevi alan arasında simbiyotik bir bağ kurduğu düşünülen balık, içsel sezgi, sessizlik ve sezgisel bilgiyle hareket eden bir varlık olarak, görünmeyen tesirlerin en saf alıcılarından biri hâline gelir. Bu bağlamda balık, yalnızca kutsallığın değil, o kutsallığın insan üzerindeki etkisinin — yani tesirinin — sembolü olarak da yorumlanabilir.

Lal İlbahar: Sahnede çok iyi planlanmış bir ses ve ışık tasarımı ile karşı karşıyayız. Özellikle yoğun olan sarı ışık, kutuların arasında dansçıların silüetleri ile çarpışıyor. Dansçılarla uyum içerisinde olan bu ses ve ışık tasarımı nasıl kurgulandı ve nasıl prova edildi?
Şiva Canbazoğlu: Performansın özgün müzikleri Batuhan Yalaz tarafından bestelendi. Ayrıca, yabancı bestecilere ait üç parça da çalışmanın ses dünyasına dahil edildi. Yaratım sürecinin erken aşamalarında, Batuhan’la iş birliğimiz henüz kesinleşmemişken, stüdyoda sıkça dinlediğimiz bazı parçalar vardı. Bestecileri — Marc Melià ve Ralph Heidel — ile doğrudan iletişime geçtim, projeyi kendileriyle paylaştım ve oldukça olumlu geri dönüşler aldım. Ardından, bu eserlerin kullanım haklarını performans için bize devrettiler.
Batuhan’la çalışmaya başladığımızda performansın genel yapısı ve kompozisyonu belirlenmişti. Süreç boyunca yaptığımız aralıklı toplantıların ardından, Batuhan kendi stüdyosunda çalışarak müzikleri besteledi. Müzikler tamamlandığında yeniden prova stüdyosuna döndük ve koreografiyi ses tasarımıyla uyumlu hâle getirdik. Sürecin ilerleyen aşamalarında ses, dansı; dans da sesi şekillendirmeye başladı.
Aynı zamanda, yapının üstünde hareket ediş halimizin de çıkardığı sesler odayı sarıyor. Bunları da göz önünde bulundurmaya ve bazı anlarda kullanmaya özen gösterdik. Böylece ses, yalnızca bir arka plan unsuru değil; anlatının aktif bir parçası haline geldi.
Sahne ışık tasarımı Utku Kara tarafından gerçekleştirildi. Yaratım sürecinin ilk aşamalarından itibaren, ışığı statik bir öğe olarak değil, koreografinin dinamik bir parçası olarak ele alma fikrini odağımıza aldık. Işığın performans içerisinde aktif bir bileşen olarak kullanımı üzerine çeşitli denemeler yaptık ve bazı provalarımızda bunun laboratuvar ortamını oluşturduk.
Performans sırasında sahnedeki taşınabilir bir ışık kaynağının, dansçılardan biri tarafından yönlendirilmesi; seyircinin odağını belirli bir alana çekme, sembolik anlamları güçlendirme ve sahne kompozisyonuna yeni katmanlar ekleme imkânı sundu. Bu bağlamda, ışık yalnızca teknik bir araç değil, aynı zamanda anlatının taşıyıcı unsurlarından biri hâline geldi. Utku Kara, bu yaklaşımı koreografik yapı ve genel sahne tasarımıyla son derece uyumlu bir biçimde bütünleştirdi; oluşturduğu ışık tasarımı da aynı sanatsal amaç doğrultusunda gerçekleşti.
Halil İbrahim Aygün: Şiva’nın zihninde en başından itibaren ışığa dair belirgin bir yaklaşım mevcuttu. Genel sahne ışıklandırmasının ötesine geçerek, sahnede aktif bir öğe olarak yer alan ek bir ışık kaynağını araştırma sürecine dahil ettik. Bu ışık; yapının üzerine düşen, arasından süzülen ya da gölgeler yaratan bir materyal aracılığıyla koreografik yapıya görsel bir katman ekledi ve beden ile ışık arasında yeni bir ilişki alanı oluşturdu. Ben bu ışık kaynağını, sahneye yeni bir bakış açısı getiren bir perspektif olarak değerlendiriyorum. Atmosferi dönüştürürken, bizleri de adeta bir kamera gibi belirli detaylara yaklaştırma gücüne sahip olduğunu hissediyorum.

Lal İlbahar: Birleşip ayrılan çeşitli aparatlardan oluşan modüler yapının parçalanıp tekrar bir araya gelme anında oluşturduğu sesler, seyirciyi zaman zaman huzursuz ediyor. Dansçıların karşılaşabileceği olası bir tehlikeden kaygılanan seyirci, özellikle mi bu duyguyla karşılaştırılıyor? Seyircide uyandırılmak istenen duygular nedir?
Şiva Canbazoğlu: Süreç boyunca sıkça tartıştığımız ve önem verdiğimiz konulardan biri, bu kadar ağır, köşeli ve sert bir yapıyı nasıl daha yumuşak, şefkatli ve hassas bir forma dönüştürebileceğimiz oldu. Bu dönüşüm, konsept gereği sanatsal bir tercih olarak şekillendi. Ancak, sembolizm bağlamında da belirttiğim gibi, 24 kare ve 1 daireden oluşan bu dualitedeki denge, konuya farklı bir perspektif kazandırıyor. Amacım seyirciyi huzursuz etmek değil; yapının tabiatını aktarmaktı. Çünkü doğada olduğu gibi, rahatsızlık veren bazı unsurlar sistemin vazgeçilmez ve önemli parçalarıdır; bir vazifeden ötürü oradadırlar.
Yapıda, zaman zaman akışkan ve hassas hareket edip onu yönlendirsek de, bazı anlarda gürültü çıkarmak kaçınılmaz oluyor. Bence bu anlar, esere derinlik ve samimiyet katıyor; enstalasyonun doğasını saklamadan, olduğu gibi görünmesini sağlıyor. Ayrıca, bazen ortaya çıkan ses ve hareketi öne çıkararak, o anın rehavetini ve duygusunu performans sırasında yaşadığımız haliyle seyirciye yansıtmayı amaçlıyoruz.
Lal İlbahar: Bu eserle beraber paylaştığınız bir şiir var. Özellikle “Bir şeyin hacminin büyüklüğü ya da küçüklüğü prensibin işleyişini değiştirmez.” sözü dikkat çekiyor. Şiirsel doku ve felsefi alt metin nereden geliyor, yaratım sürecinde edebiyat ve felsefenin yeri nedir?
Şiva Canbazoğlu: Yaratım sürecinin merkez noktasını, konsept üzerine yaptığım okumalar ve araştırmalar oluşturdu. Bu sayede stüdyoya girmeden önce elimizde yönümüzü belirleyen bir harita oluşmuştu. Yazdığım şiirler ve metin çalışmaları da bu haritanın zeminine yerleşerek provalarla paralel bir şekilde ilerledi.
Aslında amacım edebiyat ya da felsefe üzerine çalışmak değil; yakaladığım hissiyatı ve sezgiyi izleyiciyle paylaşmaktı. Dediğiniz gibi, şiirsel bir doku oluşturarak, konseptten beslenen bir ağ örmeyi hedefledim. Seyirciyle paylaşılan metindeki her kelime ve cümle, performansın koreografik yapısında da kendine yer buluyor.
Konsept, ağırlıklı olarak Anadolu topraklarında kök salmış; neo-spiritüel, metafizik ve farklı bilimsel (özellikle fizik temelli ve yine bu metafizik alanı ile bağlantılı olarak) kaynaklardan alınan, bilgi külliyatlarından besleniyor. Görünmeyen ama sezilebilen kavramları, somut ve ilişkilendirilebilir bir performansa dönüştürmek amacıyla kinestetik metodolojiler ve koreografik unsurlar üzerine çalıştım.
Neo-spiritüel; tabiatı gereği, görünmeyenin ve görünenin ardında yatan hakikat veçhelerini inceler. Bu nedenle, bu bilgileri analiz ederken sadece birleştirici ve rasyonel düşünce kalıplarıyla değil, aynı zamanda sade ve dingin bir zihin yapısıyla sezgisel düzeyde de yaklaşmak gerekir. Bu yaklaşımdan dolayı, performansta kullanılan yazım biçimi olarak şiiri tercih ettim.
Proje konseptini oluşturmada yararlandığım başlıca kaynaklar Bedri Ruhselman'ın İlâhî Nizam ve Kâinat, Alparslan Salt ve Cem Çobanlı'nın Meta Ansiklopedi ve Carl G. Jung'un İnsan ve Sembolleri kitapları oldu.

Lal İlbahar: Arkasında büyük bir emek ve alın terinin olduğu aşikâr. Her noktası düşünülmüş ve ilmek ilmek örülmüş bu eseri, ne kadar sürede nasıl bir çalışma temposuyla meydana getirdiniz? Provalardan sahneleme sürecine kadar nasıl bir yoğunluk ve istikrar hakimdi?
Şiva Canbazoğlu: Yaratım süreci organik bir biçimde üç aşamaya ayrıldı. İlk olarak enstalasyonu inşa ettik ve ardından çakSTÜDYO’da oldukça yoğun geçen üç aylık bir çalışma dönemine girdik. Bazı akşamlar stüdyoda uyuduğum bile oldu. Sürenin sınırlı ve belirli olması, bize güçlü bir çalışma ivmesi kazandırdı. Ancak bu yoğunluk içinde, süreci bir laboratuvar olarak tutmak ve sonuca odaklanmadan elimizdeki materyallerle özgürce oynayabilmek de bizim için önemliydi.
Bu üç aylık yoğun sürecin sonunda performansın temel akışını çıkardık ve yaklaşık iki ay ara verdik. Bu ara dönemde, işin ve koreografinin demlendiğini, içsel olarak olgunlaştığını hissettim. Bu süreçte aynı zamanda müzik kompozisyonu üzerine çalışmaya başladık.
Son aşamada, prömiyer öncesinde yeniden kısa ama yoğun bir prova sürecine girdik. Bu dönemde tüm bileşenler birbirine harmanlandı ve performans, bütünsel ve homojen bir yapıya kavuştu. Performanstaki farklı unsurlar bu aşamada dengelendi, aralarındaki ilişki rafineleşti. Ayrıca bazı seyircili açık provalar gerçekleştirdik ve izleyici geri bildirimleri doğrultusunda revizyon ve geliştirme çalışmaları yapma şansımız oldu.
Halil İbrahim Aygün: Benim için oldukça yoğun, verimli ve değerli bir süreç oldu. Dönemin genel temposu ve sürecin ortasında yaşadığım sakatlıklar, istikrarımı korumamı zorlaştırdı ve bir süre iyileşmek için ara vermek durumunda kaldım. Bu durumun özellikle grup performansının akışını ve ritmini etkilediğini düşünüyorum. Provalara verdiğimiz ara sonrası toparlanarak, daha odaklı ve uyumlu bir şekilde ilerleyebildim. Bu süreçte ekip de yeniden adapte olmamda bana destek oldu.
Beste Demir: Öncelikle, yapı Şiva’nın bize gösterdiği çizimden üç boyutlu bir hâle dönüşmeye başladı. Selahattin Usta’nın bahçesine yapıyı boyamaya gittiğimde, ilk gördüğüm zamanki şaşkınlığımı hatırlıyorum. Aralık ayında ise ilk provalara başladık. Her ay yaklaşık 10 prova yapıyor, günlük 6-8 saat arası çalışıyorduk. İşin taslağını çıkardıktan sonra 1,5 aylık bir ara verdik. Bu sürede müzik bestelendi ve işin teknik detaylarıyla ilgilenildi. Nisan sonunda provalar tekrar başladı. 23 Nisan İstanbul depreminin ertesi günü prova aldığımızı hatırlıyorum. Mayıs ayında ise günde 14 saat çalıştığımız bile oldu. Sadece koreografik materyalleri çalışmamız yetmiyordu; aynı zamanda 25 m²’lik bir yapımız vardı. Koreografi bu yapıdan bağımsız işlemiyordu. 5 dansçının, koreografinin ve yapının birbiriyle uyumu bir hayli emek istiyordu. Benim için prova süreçlerinin en istikrarlı ve işleyen kısmı, neredeyse hepimizin prova başlangıç saatinden 1 saat önce mekâna girip kendimizi o gün yaşanacaklara hazırlamamızdı. Bir de gösteri yaklaştıkça yaptığımız sabah bale ve teknik dersleri :)
Lal İlbahar: Uzun bir çalışmanın ardından sahneye taşıdığınız bu çağdaş dans enstalasyonunun prömiyerini DasDas Sahne’de yaptınız. Bu eseri taşımayı hedeflediğiniz yurt içi veya yurt dışı sahneler var mı, bu eseri gelecekte tekrardan görecek miyiz?
Şiva Canbazoğlu: Önümüzdeki dönemde de sahnelenmeye devam edecek bir iş. Hem yurt içinde hem de yurt dışında performanslar organize etmek üzere çalışmalarımız sürüyor. Performans tarihlerini sosyal medya üzerinden ve çeşitli haber platformlarından düzenli olarak paylaşıyor olacağız.
2025 Ekim ayında performanslar gerçekleştireceğiz; tarihleri çok yakında yayınlanacaktır.
Lal İlbahar: Son olarak bu süreçte yaşadığınız deneyimlerin ve ortaya çıkan performansın sizlerde bıraktığı izleri birer cümleyle paylaşır mısınız?
Şiva Canbazoğlu: Dünyanın bütün sabahları bir ateşböceğinin yanında gizlenmiş.
Halil İbrahim Aygün: Mavi balıklar gökyüzünde yüzer.
Beste Demir: Sanki yerçekimi farklı işliyordu.
Barış Diker: Hiç görmedim deniz ama dalganın ne olduğunu bilirim.

コメント