top of page
Yazarın fotoğrafıDeniz Özgültekin

... bir korsan değil, tek başına bir korsan gemisi

Not: Bu yazı başlığını Hakan Günday’ın Socrates Dergi’nin Mayıs 2015 sayısına yazdığı “Liman” başlıklı yazıdan alıyor. Bu vesileyle Socrates Dergi’nin internet sitesinden erişilebilen bu yazıyı önermiş olalım.


Başlama Vuruşu


Bir “entelektüel” için futbol dikenli bir gülden farksız. Klişeleşmiş metaforlarda uyuşturucu, toplumun gözünü gerçek sorunlara dikmesini engellemek için uydurulmuş bir etkinlik. Mağaranın duvarına yansıyan futbol ile alakalı tartışmaların hepsinin sonu sporu kötülemek, yanına yaklaşmamak ile sonlanıyor. Duyarsızlığın, akıntıya kapılıp gitmenin hatta bir adım ileri giderek avamlığın bir sembolü olarak futbol. Bütün tiksintisine rağmen “entelektüel” futboldan kaçsa başaramıyor, kavuşsa barışamıyor. Bu gerilimli ilişkiyi rayına oturtmanın yolu ise bunu konuşmaktan geçiyor. Yeşim Coşkun koreograflığında “Gelişine Vole” ise bu noktada performansın yapısını kuvvetli bir yerden örmeye başlıyor. Diyalog, sadece birkaç kadın arasında geçen bir futbol diyaloğu değil aynı zamanda futbolun kendisiyle sanatçılar arasında süregiden bir tartışma. Futbolun metaforları ise bu gerilimin gölgesinde aleni birer “guilty pleasure” olarak kullanılmaya devam ediliyor.




Paslaşma


Futbol ile performatif sanatlar arasındaki benzerlikler arka planda seslendirilen metinde dillendiriliyor. Kolektif hareket ve ekip olarak tek bir amaca yönelik hareket etmenin sahne ve saha arasında kurduğu benzerlik performansın açılışında ortaya çıkıyor. Sanat ve spor arasındaki paralellik tek bir potada eriyor, paslaşma başlıyor. Beş kişi, beş top. Birbirine çarpmadan bir kişiden diğerine geçen toplar sahanın ve sahnenin paylaşımı bir araya getiriyor. Bu paylaşım hem bir bir arada olma hali hem de aynı yolda çarpışmadan yürümenin ahengini barındırıyor. Türkiye’de müesses nizama karşı kendi benliğini var etmenin yani direnmenin şartlarını kısıtlamak için sayılamayacak kadar fazla yol keşfedilmiş durumda. Buna karşılık her gün sadece “var” olmak bile direnmenin bir safhası haline geliyor. Sahnedeki beş kadın ataerkinin ateşinin harlandığı stadyumların karşısına karanlık bir sahneden dikiliyor. Performans boyunca beş kadın eril dilin ve şiddetin kol gezdiği futbolu kendilerine ait kılıyorlar. Feminist bir futbolu hayal etmek, varlığı direniş olanlar ile bu sporu paylaşmak anlamına geliyor. Seçilmiş aileler, aynı sokakları paylaşanlar, aynı kitapları okuyup aynı dili konuşanlar ile paslaşma halinde oyunu özgürce kurmak tabii ki mümkün olacaktır. Sahneyi dönüştürerek sanat ile futbolu bir araya getirmek, futbolu baştan tanımlamak anlamına geliyorsa bunu beş sanatçı kadının yapması dönüşümün yönüne dair önemli veriyi gösteri henüz başlamadan izleyiciye sunuyor.


İlk On Bir


Belki de futbol ile sanatın gerilimli ilişkisini tartışırken bu gerilimin sebebine bakmak gerekiyor. Oldukça öznel olabilecek bu sebeplerin arasında futbolun patriyarkayla kurduğu simbiyotik ilişki, çarpık ekonomik ilişkiler ve/veya futbolun onu takip edenlerin günlük yaşamını neredeyse başka bir şeye bırakmayacak şekilde domine etmesi olabilir. Söylemek güç ancak fikir yürütmek ve tartışmayı daha derinden başlatmak mümkün.

Tartışmanın tek taraflı olmadığını da söylemek gerekiyor tabii. Sanatı ve sanat ile ilgili olmayı “hayatın gerçeklerinden” kopuk olmak ile, lümpenlik ve sevimsiz bir elitlik (Sevimli bir elitlik var mı?) göstergesi olarak gören geniş kitlelerin futbola duyduğu ilgiyi bir çoğumuz günlük yaşantısında kolayca gözlemleyebiliyoruz. Böyle bir genelleme için kapsamlı bir araştırma ve istatistik çalışması elimizde olmasa bile “hayatın olağan akışı” diyebileceğimiz rutinimiz içerisinde kendine yer bulan bir kesişimden bahsetmekte bir beis olmadığını düşünüyorum. Bu noktada iki taraf da kendilerine ait pozisyonların gereğini yerine getirmek için yoğun çaba sarf ediyor. Aktif ve sürekli olarak kendi düşüncesini dikte etmeye çalışmasa da rolünü en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyor. Fordist üretim biçimleriyle saha içindeki görev paylaşımı arasında bir

paralellik kurmak nasıl çok zor değilse bahsettiğimiz iki kamp arasında da görevlerin insanları tanımladığı düzeni görmek zor olmayacak. Ekonomik ilişkilerden Gelişine Vole’ye geçiş yaparken sanatçıların kıyafetlerine değinmek önemli görünüyor. Gri bluz üzerine siyah ceket ve kumaş pantolon beş kişinin de performansın büyük bölümünde üzerinde. İzleyiciyi kaçınılmaz olarak bir beyaz yakalı deneyimine yönlendiren bu kostüm seçimi beş kişinin bir “takım” olarak sahnede oluşunu algılamakla sonuçlanıyor. Zengin beyaz erkeğin parasıyla çarkların döndüğü sporu konuşan beyaz yakalı kadınlar alışıla gelmemiş bir takım refleksi gösteriyor. Her biri farklı bir işi yapmayı, birbirinin açığını kapatmayı amaçlamaktan ziyade yek vücut olarak hareket ediyorlar. Bu takım bir amaca doğru giderken norm haline getirilmiş üretim biçimini deforme ediyor. Performans ile eş zamanlı dinlenen sohbetin kaydı bittikten sonra performans bireyselleşiyor. Gelişine Vole bu noktayı takiben birer günlük kaydı gibi duyulan, kişisel hikayeler ile performansları da bireyselleştiriyor. Beş dansçı da sırayla gösterinin baş rolünü üstleniyor. Başrol tabii ki hiyerarşik bir yapıya işaret etmiyor zira hala kolektif bir üretimin mevcut olduğu görünüyor. Merkeze konumlanmayan dört dansçı da performans için önemini gösteriyor. Kimse sadece kendisine ait bir işi yapmıyor ama kimse her işi de yapmıyor. Eşitliği tartılmalı olsa da dengeli bir üretim görünüyor. Futbolun on biriyle kurduğu çelişki bir yana beyaz yakalılığın dayattığı rutin çalışma düzeninden, bilgisayar başındaki çalışmadan ayrı bir yere konumlanıyor. Bedenselliğiyle beyaz yakalı olmaktan, rollerin tanımlanışıyla da futbolun alışılmış halinden ayrışıyor. Bu futbolun reddi değil, futbolun normlarının ya da futbolla ayyuka çıkan normallerin reddi.


Gol ve Son Düdük


Futbolun düşük skorlu bir spor olması çoğu zaman sonucun yanıltıcı olması için bir bahanedir. Ancak bu durum aynı zamanda skoru, skor yapmayı yani gol atmayı da bu oyunun en önemli etmeni yapar. Futbol ile alakalı istenmeyen her şey gol atmak sayesinde makyajlanabilir, sineye çekilebilir. Gol, oyunu kazanmanın ya da kaybetmenin ölçüsüdür. Gelişine Vole de teatral özellikleri bir yana oyunun sonunu başından veya ortasından daha özel kılmıyor. Bu durum bir önceki bölümde değindiğimiz “Kapitalizm-Futbol-Gelişine Vole” üçgenindeki ilişkiler ve benzerlikleri de sorgulatıyor. Bandın sonunda ortaya çıkacak araba, maçın sonunda kazanılan kupa bu sefer yeri dolmayacak şekilde ortadan kaldırılıyor. Gelişine Vole, izleyicinin performans bitiminde bütünlüklü veya doyurucu bir sonuca ulaşacağı bir deneyim sunmuyor. Bunun karşısında süreci öne çıkaran ve bitiminde başladığı noktadan bambaşka bir noktada olma iddiasında değil. Futbolu değiştirme arzusunun bir diğer yansıması olarak ele alınması gereken bu yapı sporun maddi yönünü tamamen bir kenara bırakıyor. Mesele artık kazanmak ya da kaybetmek değil. Dostane bir beraberlik bu. Futbolu bütün metaforlarıyla içselleştirmek, ondan keyif almayı kabul etmek ile onun yırtıcı, saldırgan, toksik maskülen tarafıyla yüzleşmenin arasındaki bir beraberlik. Her 90 dakika başlangıcında eşitlik bozulmak için uğraşılacak, taraflar birbirini yenmeye çalışacak, top çizgiyi geçsin diye uğraşacak. Fakat Gelişine Vole beraberliği bozmadan futbolu değiştirmenin, futbolu sevip de dışına itilenlerin kendisini tanımlayan özellikleri ve değerleri savunarak yeşil sahaya çıkabilmesini savunacak. Yeşim Coşkun’un koreografisi kazanma amacı olmadan sahada olmaya devam edecek.




47 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Kommentare


bottom of page