Performans ve küratörlük yakın zamanda sıklıkla tartışılan iki kavram. Performansın sınırları ve kapsamı keşfedilirken küratörlük de meslek tanımı ve görünürlüğü açısından ele alınıyor. Performistanbul ise fırtınanın tam merkezinde, özel ve oturaklı bir konumda karşımıza çıkıyor. Performans küratörü Simge Burhanoğlu ile hem kurucu direktörü olduğu Performistanbul’u hem de performansın güncel sanat aksındaki yerini konuştuk.
Deniz Özgültekin: Performistanbul’dan bahsederek başlamak istiyorum. Bir dans dergisi olduğumuz için kitlemiz güncel sanatla doğrudan etkileşim halinde ol(a)mayabiliyor. O yüzden ilk sorum Performistanbul üzerine. Performistanbul'u biraz sizden duyabilir miyiz?
Simge Burhanoğlu: Performistanbul ihtiyaçtan doğdu. Ben de aslında bale ve dans kökenliyim. Yüksek lisansımı Londra'da bale üzerine yaparken performans sanatı disiplini ile doğal bir karşılaşmam oldu. Ondan sonra bir araştırma sürecine girdim: Türkiye'de performans sanatı için bir kuruluş var mı organizasyon var mı? Performans sanatçıları nasıl çalışıyor? Sorularımın cevabı maalesef olumsuzdu. Hiç bir kaynağın, alanın olmadığı, performans sanatçılarının toplanabileceği bir çatı olmayışı ile karşılaştım. Dolayısıyla 2016'da dedim ki "Ben kendi imkanlarım dahilinde bir performans sanatı platformu kurayım." ve 2016'da Performistanbul'u kurdum. Amacı öncelikle performans sanatçılarını tek bir çatı altında toplamak. Sadece bu amaçla yola çıktım. Önceliğimde kolektif beraberliği sağlamak ve ondan sonra da teker teker sanatçıların ihtiyaçları dahilinde de Performistanbul'un işleyiş modelini oluşturmak vardı. En başta mekansız bir kimlikle, aslında hala aynı kimlikle devam ediyoruz ama şimdi bir alanımız var. Ve bu mekânsız kimlik ile farklı kurum ve mekanlarla iş birlikleri yaparak, proje bazlı başladık. Sanatçılar projelerini, fikirlerini getiriyorlardı ve ben de performans küratörü olarak ve Performistanbul'un direktörü olarak onlara performansları hangi alanda nasıl kaynaklarla ne şekilde gerçekleşebilir diye, iş birliği içerisinde, yardımcı oluyordum. Sonrasında Performistanbul'un kendi sanatçıları olmaya başladı ve buna eklenen proje bazlı çalıştığımız sanatçılar oldu, şimdi de sadece proje bazlı çalışarak devam ediyoruz. Devamında da şunu anladık, çok büyük bir boşluğu ve açığı kapatıyoruz. Bu yüzden eğitim tarafı da gündeme geldi. Dolayısıyla 2018 yılında Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı’nı (PCSAA) bünyemize eklemiş olduk. Genel olarak Performistanbul performans sanatı disiplini için 360 bir yaklaşım hedefliyor. Bunun içerisinde performans sanatının ne olduğunu anlatmak da var, performans sanatçılarına sahip çıkmak ve onların haklarını korumak da var, performans sanatının arşivlenmesi, performans sanatının eser niteliği taşıması için çaba harcamak da var. Yani ona (performans sanatına) canlı haliyle, organik yapısıyla sahip çıkmak, koleksiyonlara canlı bir şekilde girmesini sağlamak, sanatçının kazancını da düşünerek performansın en doğru şekilde nasıl değerleneceğine bakmak üzere de çalışmalar yürütüyoruz. Aynı zamanda Performistanbul olarak eğitim tarafında dört senedir Bilgi Üniversitesi'nde oluşturduğumuz "Performans Sanatı Pratikleri" dersini veriyoruz. 2018'den beri PCSAA'da uluslararası canlı sanata dair pek çok kaynak toplamaya ve bunu öğrencilerle, araştırmacılarla buluşturmaya çalışıyoruz. Tabii ki performans sanatının bir şekilde arşivlenmesi, sergilenmesi, kurumlarla sanatçıların arasında köprü olup kurumların genellikle canlı sanata olan tepkisel yaklaşımlarını hava yastığı görevi görerek ortadan kaldırmak gibi çok fazla kolu var. Kısaca performans sanatına dair her alanı bir şekilde tutmaya çalışıyoruz. Ama en önemlisi bu disiplinin hak ettiği ve olması gereken yerde bulunmasını ve sürdürülebilirliğini sağlamak amacımız.
DÖ: Bu sanatçıların haklarıyla alakalı bir sorum var. Arşivlerden "Mamut Performansları" kapsamında performansların tekrarlanma hakkının satıldığı bilgisine ulaşabildim. Buradan yola çıkarak performans sanatçılarının ekonomik döngüsünü sormak istiyorum. Somut şekilde satılamayan üretimleri performans sanatçılarını görsel sanatçılardan daha güvencesiz bir yere hapsediyor mu?
SB: Bu soruyu çok önemli buluyorum. Mamut [Art Project] olmasının sebebiyle başlayayım. Orada Mamut simgesel bir yerde duruyordu. Çünkü sanat fuarlarında performans sanatı ana disiplinler arasında yer almıyor. Ben ona maalesef hep "Üvey Evlat" tanımını kullanıyorum. Çünkü ana disiplinler, alışılmış olan, daha iki boyutlu, elle tutulur işler. Yani satılabilir, kazanç elde edileceğinden emin olunan işlerin yanında piyasada performans sanatı onları satmak için fuarlarda bir pazarlama aracı olarak kullanılıyor. Yani sadece ilgi çekmesi için o galerinin ya da satmak istedikleri eserin önünde etrafında bir hareket oluşturması adına bir şov gibi kullanılıyor. Buna tepkisel olarak Seyhan Musaoğlu ile kürasyonunu üstlenerek Mamut‘ta performans programı oluşturduk. 2016'da "Performansı fark ettiniz mi?" temasıyla başlayarak üç senelik ortaklık sonunda performansı tekrar gerçekleştirme hakkını satışa açtığımız bir serüvene girmiştik.. İlk sene "Performansı Fark Ettiniz Mi?" temasıyla ironik bir yaklaşım benimsedik. Mesela Ebru Sargı'nın kırmızı halının bir parçası olarak bir eserin yanında kırmızı halıya sarınmış bir şekilde durduğu bir işi vardı. Gerçekten de insanlar kırmızı halının üstünden yürüdüklerinde Ebru'yu fark etmedikleri oldu. Ya da Ata Doğruel'in bir boş çerçeve arkasında iki gün boyunca dokuzar saat ayakta durup arkasında "Bu işi dokuz saatliğine satın almak ister misiniz?" yazan bir iş yapmıştı. Burada amacımız şuydu:. Performans sanatı sizin öyle alıştığınız şekilde kolunuzun altına alıp götürebileceğiniz, evinizde "Bak, bu benim." diyerek, duvara asıp gösterebileceğiniz bir şey değil. Ya da sizin ayağınıza gelip, gözünüzün içine sokup, hem görsel hem işitsel "Ben buradayım!" diye bağırmak zorunda olan bir şey de değil. Bir şov zaten kesinlikle değil. Performansın kendi alanı olması gerektiği, kendisinin o saygınlıkta, o konsantrasyonda izlenmesi gereken bir şey olduğunu söylemeye çalışmıştık. Sonra ikinci sene performanslar beğenilince Mamut bize, talebimiz karşılığında, kapsamlı bir alan sağladı. Şuan tam metrekaresini hatırlamıyorum ama herhalde 5 metreye 7 metre bir alan gibi diyebilirim. Küçük de bir alan değil. Biz orada bir açık çağrı sonrasında 14 tane ayrı performans sergiledik. Fuarlarda performans sanatının ayrı bir yeri olması gerektiğini söylemek istemiştik. Gezici işler de vardı ama asıl önemli olan o fuarın performans sanatı disiplinine ayrı bir alan ayırmasıydı. Bugüne kadar Contemporary İstanbul'a katlımamamızın en büyük sebeplerinden bir tanesi Contemporary İstanbul'un sadece performans sanatına özel bir alan ayırmaması. Ayrıca aynı yaklaşımla buna karşı bir duruşla yaptığımız için, şov gibi anlaşılmaması adına açılışlarda da iş yapmıyoruz.
Üçüncü senede de artık Mamut'u da ikna edip dedik ki "Ana disiplinler arasına da performans sanatını da sokabilir miyiz?". Yani performans da diğer disiplinler gibi satışta olabilir mi? Nasıl yapacağız sorusu geldi. Yani bir performans nasıl satılır ki? Biz de dedik ki dünyayı yeniden keşfetmiyoruz. Dünyada halihazırda kullanılan “Reperformance right” (Tekrar gerçekleştirme hakkı) denilen bir terim kavram var yani performansı yeniden gerçekleştirme hakkı. Peki bu ne demek? Telif hakkı değil tabii ki yani işin fikri mülkiyeti değil. Ancak fikrinin tekrar hayata geçirilmek üzere bir kağıt üzerinden bir sözleşmeyle, süreli ya da süresiz olarak alıcıya teslim edilmesi. Niçin bunu önemsiyoruz? Çünkü performans sanatı yapısı gereği uçucu. Gündelik hayatta bir şey ancak elle tutulduğu zaman algılayabildiğimiz için, yani satın aldığımız bir şeyin somut olmasını istediğimiz için, bugüne kadar performans piyasada bir türlü organik yapısıyla var olamadı. Bu yüzden de maalesef ki performans sanatı disiplinini şöyle yapılmaya başlandı, ben ona "Elmayı armuta çevirmek." diyorum, post prodüksiyonu yani dokümantasyonu kısacası iki boyutlu hali performansın kendisi olarak tanımlanarak satılmaya koleksiyonlara sokulmaya başlandı. Performansın yapısı fotoğraf ve video gibi satılan medyumlara çevrilerek piyasada var edilmeye çalışılıyor. Biz de her gün "Bu performans değil. Bu performans sanatı değil. Burada bir performans sanatı satışı gerçekleşmiş olmuyor. Burada performans sanatını koleksiyonunuza almış olmuyorsunuz." diyerek bunun savaşını veriyoruz. Evet bir performansın dokümantasyonunu, bir belgelenme yöntemiyle beraber alıyorsunuz ama bu sadece bir dökümantasyon. Dolayısıyla 2018 yılında Mamut’ta tekrar gerçekleştirme hakkı kavramını ortaya koyarak koleksiyonerlere bu yöntemi açıklamaya başladık. "Performansı satın almak istiyorsanız bu bu şekilde alınır. Tekrar gerçekleştiğinde, hayata tekrar geçtiğinde, tekrar canlandığında o zaman anlamlı bir hal alır ve böylece de performans kendi yapısına, organik yapısına uygun bir şekilde hayatını sürdürmeye, yaşamaya devam eder.” dedik. Nitekim şanslıyız ki uzun bir süreç olsa da 2020'de Agah Uğur Ekin Bernay'ın İhtiyaç: Sen'deki "Ne İstiyorsun?" performansının tekrar gerçekleştirme hakkını koleksiyonuna kattı. 7. Çanakkale Bienali'nde Arza Tüzünoğlu'nun kürasyonunda Agah Uğur'un koleksiyonunun sergisi yapıldığında Ekin'in işi tekrar hayata geçti. Bunu uzun uzun anlatıyorum çünkü çok önemli bir mesele. Şöyle düşünelim, iş "Ne İstiyorsun?" sorusunu soruyor ve bu sorunun cevaplarını topluyor. Düşünün ki sergilenen sadece Galata'da 2018'de yapılmış bir işin tamamen çıktısı da olabilirdi. Eski alışılmış yöntemlerle gitseydik, belki bir videosunu donuk bir şekilde görecektik. Halbuki böyle olduğunda, 2021'de pandemi sonrasında farklı bir şehirde tekrardan iş kendi içinde üremeye devam etti. "Ne İstiyorsun?" cevabını bu defa bambaşka bir toplumda, bir şehirde, bambaşka bir dönemde, bambaşka yaşanmışlıklarla alarak tekrar anlamlı bir şekilde esere dönüştü. Kısaca, sonuçta bu sistem çalışıyor mu? Çalışıyor. Olabiliyor mu? Olabiliyor. Sadece birazcık kafa yapısını değiştirmek ve performans sanatına saygı duymak gerekiyor. Biliyorsunuz ki video sanatı için zamanında aynı şeyler konuşuluyordu. "Bir USB mi satın alacağım?" konusu burada da bir "Kağıt üzerinde bir betimleme mi satın alıyorum?" şeklinde karşılık buluyor. Ama fikrin bu kadar önemli olduğu bu yüzyılda açıkçası bunun normal kabul edilmesi gerektiğini hatta değerli bulunması gerektiğini düşünüyorum çünkü her şeyden önemlisi fikir.
DÖ: Çanakkale Bienali’nden bahsedince bir sonraki sorumu biraz öne çekiyorum. Görsel sanatlar odaklı karma sergilerde performansları dahil etmek için yöntemleri nasıl geliştirebiliriz? Video, dokümantasyon, fotoğraf gibi nesneleri izletmek yerine izleyiciye o serginin akışında performansı konumlandırmak için nasıl yöntemler keşfedebiliriz?
SB: Bu soru bile aslında bir soruna işaret ediyor. Niçin zaten dahil değil? Bence bu sorunun en büyük cevabı bu. Zaten halihazırda neden dahil değil? Yani oradaki sorun gerçekten nedir? Bitmemiş bir işi sergilemenin riskini mi almak istememek? Öyle bir korkaklık mı yoksa cansız sanata alışkanlığın artık canlı sanata bir fobi geliştirmesi mi? Bir sürü soru çıkıyor tabii ki. Ya da insandan korkmak mı? Kurumların, yapıların artık iyice sterilleşip bilinmez herhangi bir şey istememesinden mi kaynaklı?
Öncelikle kavramsal taraflarından başlamalı. Çünkü operasyonel ve prodüksiyonel olarak baktığımızda böyle bir sorun aslında yok. Performistanbul olarak kuruluş amacımız bu. Performistanbul'un söylediği şey ilk günden beri şu "Evet, belki bir kurum canlı sanatı tek başına idare edemeyebilir ama halihazırda böyle bir platform var, bir performans küratörü var. Ya da sizin seçeceğiniz başka küratörler de olabilir performans alanında çalışan. Onlarla birlikte o performansı hayata geçirmek için destekleyici faktörlerle bir işbirliği yapılabilir. Çok da olası.” Şimdi bir örnekten bahsedelim. En son Odunpazarı Modern Müze'de (OMM) 40 gün boyunca aralıksız gerçekleştirdiğimiz kürasyonunu üstlendiğim Ata Doğruel’in Işık Kaynağı isimli performansı örneği ile müzecilik kavramını da sorgulamamız gerekiyor. Canlı sanatın aslında müzelerdeki yeri de oldukça önemli ve kapsamlı bir başlık. 40 günlük bir iş yaptık ve müthiş bir efor harcandı. Dünyada bir müze ilk defa 40 gün boyunca kapılarını hiç kapatmadı, 7/24 performansa dahil olunabildi. İnanılmaz önemli bir kapı açıldı. OMM'a bu konuda hep minnettar kalacağım. Takdir edilmesi gereken bir risk aldı ve bir ilki gerçekleştirdi. Ancak halihazırda performans sanatı disiplini için müzelerde mimari açıdan, prodüksiyonel ve operasyonal bir düzen hala bulunmuyor. Bu sebeple performans için müzenin içerisindeki bir odaya bir kompost tuvalet ve endüstriyel bir lavabo kurmak gerekti. Kısaca eser olarak “insanın kendisini ağırlamak sergilemek” adına kurumlar ve mekanlar hazırlı değiller. Galerilerin, müzelerin, sanat yapılarının canlı sanatı, insanı eser olarak düşünüp bir girişimde bulunmaları gerekiyor. Bizlerin, yani performans sanatı üzerine çalışan kişilerin ve yapıların, tarafında kurumsal yapılarla nasıl işbirlikleri yapılabilir, ne gibi sözleşmeler imzalanabilir, nasıl onlar da rahatlatılıp bu süreci daha güvenli ve risksiz şekilde huzurlu geçirmeleri sağlanabilir onu keşfediyoruz. Biz OMM'da 40 gün aralıksız sorunsuz bir iş yaptıktan sonra bunun iyi bir referans olduğunu düşünüyoruz. Neden sergilerde performans sanatı yer almasın? Yeter ki küratörler ya da o sergiyi düzenleyen kurum yüzünü canlı sanata da dönebilsin. Yoksa bu disiplinin galerilerde, müzelerde, kamusal alanlarda yer almamasının bir sebebi yok. Şu soruyu sorarak başlayabiliriz; Nasıl dahil edebiliriz? Çok basit, yer vererek, yaparak. Performans sanatını görmezden gelmeyerek. Nasıl azınlık konuları üzerine yoğun bir çalışma yürütülüyorsa bana göre performans sanatına ve sanatçılarına yapılan genel bir sansür ve ötekileştirme durumu var bu çok ciddi bir konu. Ele alınması gereken bu ötekileştirme hep bir kenara atılma, hep bir ikinci planda tutma, hep bunu bir büyük bir konu haline getirme hali kesinlikle üzerinde durulması gereken ve incelenmesi gereken bir yerde duruyor maalesef.
DÖ: Bir sonraki sorum sizin geçmişinizden yola çıkıyor. Başka bir röportajınızda 12 yıl bale yaptığınızı okudum. Daha sonra da bale eleştirisi üzerine bir yüksek lisans eğitimi alıyorsunuz. Performans sanatıyla dans alanı arasındaki, dans icrası arasındaki geçirgenliği nasıl görüyorsunuz?
SB: Öncelikle kişisel cevaplayayım, çünkü disiplinlerin bizdeki vuku bulma hali ya da bedenimize onu nasıl aktardığımız herkesin kendi algısıyla alakalı bir şey. Herkesin kendi hafızası, bütün medyumları kendi ihtiyaçları dahilinde algılıyoruz. Ben bale yaptığım dönemlerde hayatı çok daha disiplinli, kuralcı, çok daha siyah beyaz gördüğüm bir dönemimdi. Ancak Londra'da yüksek lisans yaparken ve Türk balesi üzerine tezimi yazarken gördüm ki koreograf olmadığı zaman üretim yok. Yani yaratıcılık olmadığı zaman üretim yok. Tekrara düşüldüğü zaman gelişim yok. Dolayısıyla bizim tarafımızdan, kültürümüzden baktığımızda dans ve bale çok kapalı, disiplini kendi içerisinde algılayan akademik bir yaklaşıma sahip. Dolayısıyla ben kendi coğrafyamızda istemeden oradan uzaklaşmak durumunda kaldım. Çünkü bizdeki eğitim yaklaşımımız maalesef ki bireyleri sanatçı değil memur mantığına çekip onlara maaşlı memurlar şeklinde davranarak bir piyon olarak kullandırıyorlar. Ben genel yaklaşımımda, hem kişisel hem küratöryel olarak, her bir bireyin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ben kişisel yaklaşımım ve görüşlerim sebebiyle performans sanatında o özgürlüğü bulabileceğim için ona kaydım. Ama hala konuşuyoruz… Daha dün çok uzun bir toplantı yaptık Ekin Bernay ile. O da kendisi dans hareket psikoterapisti. Aynı üniversitede yüksek lisansımızı tamamladık ve o da hem koreograf hem dansçı hem performans sanatçısı. Şunu dedik: Bugüne kadar kendi ülkemizde bu sınırlar hep çok keskin tutuldu. Nasıl bunları yumuşatmaya başlayabiliriz? Biliyorsunuz süreci; fiziksel tiyatrolar çıkıyor, daha immersive işler ortaya koyuluyor, sahne 360'a çevriliyor, sahneye insanlar alınıyor, ilişkiler kuruluyor... Ama hep bir tutukluk var. Hep bir ayrım hissediyoruz. Benim bakış açım, bu yüzyılda artık bunu görüyorum ve üniversitede ders verirken de bunu hissediyorum: Her şey iç içe geçmiş durumda ama hala eğitim ve ortaya koyulan işler o sınırları çizmekte ısrarcı. Ben de zamanında bu sınırı performans sanatı ve performans sanatları arasında bir nüans üzerinden çiziyordum. Çağdaş sanat altındaki performans sanatı dans tiyatro gibi algılandığı için performans sanatını korumak, adına bu ayrımın hep bir şekilde altını çiziyordum, anlatmaya çalışıyordum. Ama şimdi sanırım gitmek istediğim yol bu ayrımın anlaşıldığını ve herkesin kendi alanında derinleştiğini varsayarak artık ikisini nasıl bir araya getirebileceğimizi konuşmak. Çünkü bizim de yaptığımız performanslarda, "performans sanatı" adı altında değerlendirebileceğimiz işlerde bazen bu sorudan kaynaklı sanatçının ifadesinin de bir şekilde kısıtlandığını görüyorum. Benim için öncelik sanatçı ve piramidin tepesinde her zaman sanatçı var. Dolayısıyla onun özgürlüğünü onun ifadesinin nasıl yolunu açabileceksek o şekilde pozisyonlanmaya çalışıyoruz. Bir küratör olarak her zaman hedefim bu. Bu bağlamda da kişisel görüşümden öte o sanatçının birikimini nasıl harmanlayabiliriz ona bakıyoruz.
Bir de şöyle ayırabilirim, performans sanatları beden odaklıyken performans sanatı, her ne kadar tanımında beden olsa da, bedenin kesinlikle sadece bir araç olduğu, bazı işlerde bedenin yer bile almayabileceğini düşünüyorum. Hele ki böyle bir yüzyılda yapay zekanın bu kadar ilerlediği bir dönemde sadece zihinle işlerin ortaya koyulabilir. Ayrıca pandemi yaşadık. Performistanbul olarak 175'in üzerinde dijital performans yaptık canlı yayınla. YouTube'da “Stay Live at Home” diye bir projemiz oldu. YouTube, Zoom, Club House ve şu an aklıma gelmeyen bir çok mecrayı kullandık. Bu mecraları “sahne” niteliğinde tutarak sanatçıların evlerinden odalarından mutfaklarından parklardan ürettikleri işleri yayınlamıştık. Bunlara baktığımızda dünya artık salgınların ya da bedenin sınırlarını çizdiği bir yer... Yani baleden uzaklaşmamdaki en büyük sebep, belki biraz karışık anlattım ama mükemmel bir proporsiyona göre bir dil oluşturulmuş bir alfabe oluşturulmuş olması. Ama herkesin oranları, herkesin proporsiyonları farklı. Bu kadar faşist bir yerden, mükemmel bir örnek üzerinden herkesi değerlendiremezsin. Aynı şekilde de performans sanatında da popüler kültür üzerinden “Beden şöyle kullanılmalı…” diyerek, Marina Abramovic popüler kültürü ile bir pratiğe uyumlanmaları gerekmiyor. Bedeninde bir takım engelleri olan sanatçılar da olabilir ya da psikoloji olarak rahatsızlıkları olan sanatçılar da olabilir. Bedenlerini o şekilde sergilemek istemeyen performans sanatçıları da olabilir. Hepsine alan açmak için çok daha kapsayıcı bir dille hareket etmek gerekiyor. O yüzden şöyle cevap vermek istiyorum: dans-performans sanatı değil bütün medyumları beraber ele almaktan bahsediyorum. Dans? Sadece dans değil. Dans sadece küçücük bir parçası.
DÖ: Performansların kavramsal yapısını oluştururken sanatçılarla nasıl dinamik işliyor? Sizin oluşturduğunuz kavramsal çerçeveye uygun sanatçılarla mı çalışıyorsunuz yoksa sanatçılar olgunlaşmış fikirlerini sizin bir çeşit kolaylaştırıcılığınızla mı hayata geçiriyor?
SB: Hem küratöryel yaklaşımımda hem de Performistanbul'un yaklaşımında her zaman sanatçının yolunu ihtiyacını anlamak ve sanatçıya gerek duyduğu alanı açmak var. Mümkün olduğunca sanatçının hayalindekini gerçekleştirmek üzere ki beraber bir üretim sürecine giriyoruz. Şöyle düşünelim; normalde plastik sanatlarda bitmiş bir işi ya da sanatçının o sergi ya da o konu üzerine ürettiği işi küratör alıp sergilerken bizdeki en önemli fark birlikte süreci yaşıyoruz. Hatta bazen bu süreçler İhtiyaç:Sen'deki gibi aralıksız 28 gün, Işık Kaynağı'ndaki gibi aralıksız 40 gün gibi uzun süreler olabiliyor. Bu yüzden aslında sanatçıyla beraber bir üretimin içerisine küratör olarak çoğu zaman girmem gerekiyor. Böyle durumlarda bir fikir bize çok taslak bir halde gelebiliyor. O fikrin en iyi biçimde nasıl hayata geçeceğini birlikte konuşuyor oluyoruz. Bazen beraber metinleri yazmak olabiliyor. Ama tabii ki bunu sanatçının idealleri ve sanatçının gitmek istediği yolda eşlik etmek gibi düşünebiliriz. Ancak bazı durumlarda da direkt Performistanbul'a bir mekan ya da bir sergi konusuyla ya da mimarinin yapısıyla beraber geliyor ve bizden bir performans üretimi istenebiliyor. O mekana ya da o sergiye özel olarak. O zaman da o konuya, o yapıya en uygun sanatçıyla, sanatçı da bunu içselleştiriyorsa, bir takım önerilerle yapıcağımız iş neyse oraya gidiyoruz. Ama genellikle ortaklaşa bir üretim halinde çalışıyoruz. Çok nadir oluyor ki bize tamamen bitmiş bir fikir ya da daha önce sergilenmiş bir performans gelsin. Çoğunlukla sıfırdan birlikte bir performansı üretiyor oluyoruz.
DÖ: Performans farklı mekanlarda sergilendiği zaman nasıl bir değişime uğruyor ve siz küratör olarak sanatçıyla beraber bu değişimi nasıl yönetiyorsunuz?
SB: Yine reperformance dediğimiz konuya değinen bir yer. Aslında performansları çoğunlukla Performistanbul bünyesinde çok fazla tekrar etmiyoruz. Çoğu performans da o sergi özelinde ve o mekâna özgü yapıldığı için tekrarı da çok mümkün olmuyor. Örnek olarak Gülhatun Yıldırım'ın “Su” isimli performansını ele alabiliriz. “Su” performansını ilk defa 2016'da Pi Artworks'te yani bir beyaz küp içerisinde, steril bir şekilde gerçekleştirirken 2018 yılında doğada sergilediğimizde iş kendi içerisinde dönüşmüştü. Ana fikir, sabit kalsa da yapının doğal kendi içerisindeki kimliği hepsi tabii ki performansı etkileyen faktörler. Yani şöyle söyleyeyim bir performansı aynı mekânda bile tekrar gerçekleştirsek her değişen faktörle de tabii ki bambaşka bir algıyla tekrardan varoluyor.
Yorumlar