top of page

Aydın Teker: Bir Derenin Hikayesi

Yazarın fotoğrafı: Ezgi BakçayEzgi Bakçay

Bazı hayatlar isimler ve şehirlerle, bazıları sıfatlarla ve ünlemlerle anılır. Aydın Teker’inki gibi bir ömür ise ancak fiillerle dile gelebilir: Koşmak, okumak, dinlemek, dokunmak, sormak, çekmek, itmek, germek, düşmek, kalkmak, aramak, açmak, akmak, inat etmek, ısrar etmek ve her ne koşulda olursa olsun dans etmek.


Aydın Teker’den hayatını dinlerken sadece modern dansta değil genel olarak sanatta,  sadece eğitimde değil günün her anında, sadece harekette değil düşüncede, duyguda ve mizaçta koreografinin ne olduğunu düşünüyorum. Hayatta ve sahnede muazzam güçlüklere rağmen, zarif ve zinde doğaçlama yeteneği ve tavizsiz tekniğiyle zamana ve mekana yerleşen aklın ve bedenin seyrine dalıyorum.


Gelin biz buna “nehir söyleşi” demeyelim. Çünkü Aydın Teker’le yaptığımız ve iki yıla yakın bir sürede tamamlanan bu söyleşinin anlatıcısı bana daha çok bir dereyi hatırlatıyor. Anarşist coğrafyacı Elissée Reclus “bir derenin hikayesi”nin yatağında rahatça akan nehirden neden daha heyecanlı, tutkulu ve ilham verici olduğunu anlatır. Seyrinin öngörülemezliğinde ve akışın şimdisinde dere kendi yolunu açar. Kıvrılır, esner, sıçrar, süzülür, köpürür. Çatlattığı kayalarla, sızdığı geçitlerle, açtığı yataklarla, beslediği tohumlarla, yeşillendirdiği topraklarla hikayesini yazar. Bizim söyleşimiz bu canlı akış ve yarattığı topografya üzerine.


Ezgi Bakçay: Sizinle ilgili araştırma yaptığımda çeşitli kaynaklara ulaştım ama birebir sizin ağzınızdan kayda geçmiş çok az şey bulabildim. Türkiye ve dünyada modern dansın tarihine dair çok önemli olan deneyiminiz, yani aslında bedende yazılı olan bir de söze dökülsün istedim. Yol boyu birikmiş fikirler, duygular, hayaller kayda geçsin istedim. Bunların hepsi bizim için tüm detaylarıyla çok değerli. Eğer sizin için yorucu olmayacaksa en başından başlayalım. Biz sizi dinlemekten büyük zevk alacağız.


Aydın Teker: Yok, kesinlikle olmayacak. Ben zamanaşımı biriyim. Ankara’da doğmadım ama Ankara’da büyüdüm çünkü babam bürokrat idi. Yenimahalle’de yaşıyorduk. Annem ve babam çalışıyordu. Ben ve bir buçuk yaş büyük abim bir süre yuvaya gittik sonra anneannem geldi ve bize bakmaya başladı. O zamanlar sadece radyo var, televizyon yok. Buzdolabı yerine mutfakta tel dolap kullanılıyor. Yenimahalle’de evler bahçe içinde ve iki katlıydı. Biz hep kiracıydık ve alt katta yaşamak zorundaydık çünkü babam kitaplara çok düşkündü. Evimize durmadan kitaplar yığılıyor ve güvenlik nedeniyle altı dolu birinci katlar tercih ediliyordu.


Anneannem çok popüler bir kadındı herkesi tanırdı. Komşumuzun bir oğlu ve başka bir komşumuzun iki kızı Ankara Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü’nde okuyormuş. Bir gün  beni onların müsameresine götürünce böyle bir şeyin varlığına inanamadım! Periler uçuşuyorlar, parmak ucundalar... Ben de istedim. Görgü yoktu ama tesadüfler vardı.


Parasız ve yatılı olan konservatuvarın bale bölümüne girdiğimde on yaşındaydım. Ailem Ankara’da olduğu için hafta sonları eve çıkabiliyordum. Çabuk adapte oldum. Çok disiplinli ama hiç sıkıcı değildi.


Bedene ve tekniğe karşı ilgimin olduğunu oldukça erken yaşlarda fark ettim. Mesela ben kendi egzersizimi bitirdikten sonra kenara çekilip diğerlerini izlediğimi ve arkadaşlarımın problemlerine ilgiyle bakıp “Çözümü nasıl olabilir?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta kenarda çalıştırıyordum onları. Tabii ki bu yaklaşımım birçok açıdan o zamana göreydi. Şimdi baktığım zaman onların doğru yaklaşımlar olmadığını görüyorum. Ama merak ediyordum ve uğraşıyordum. Belli bir yaşa geldikten sonra içimde “Ben galiba hayatım boyunca peri olmak istemiyorum.” hissi oluşmaya başladı. Okulda ara sıra Royal Ballet ve Bolşoy Ballet filmlerini izliyor, Devlet Opera ve Bale gösterilerini hiç kaçırmıyorduk. Bir süre sonra farklı bir problemin daha olduğunu hissettim: benim eğitim sistemimde ilkokuldan sonra fizik, kimya, matematik, fen yoktu. Bale dışında solfej, ritmik, bale tarihi, müzik tarihi gibi dersler vardı. Kara kara düşünmeye başladım. “Burada devam edersem parasız yatılı okuduğum için mecburi hizmetim olacak ve kaçınılmaz devlet balesine gireceğim, ama bunu istiyor muyum? Acaba bu dersleri dışarıdan verebilir başka bir üniversiteye gidebilir miyim?” diye düşünürken bir mucize oldu ve Ankara’ya Almanya’dan  bir dans topluluğu geldi ve

ilk defa bale dışında bir dans gösterisi izledim. Koreografisini Kurt Jooss'un gerçekleştirdiği dansın adı “Yeşil Masa” idi. Gösterinin sonunda ayakta alkışlarken bir yandan ağlıyor bir yandan da "Ben de böyle işler yapmak istiyorum!" dediğimi hatırlıyorum.


E.B.: Yeşil Masa’da ne oldu? Sahnede ne vardı?


A.T.: Savaş aleyhtarı bir işti. Uzun bir masanın etrafında bir takım politikacılar tartışıyor, tartışmalar kavgaya dönüşüyor... Sonra savaş başlıyor, ölümler, açlık, sefalet vs. Uçuşan perilerden sonra sahnede dansla savaş aleyhtarı bir konunun işlenmesi beni çok etkilemişti. Tabii o dönemde Türkiye'de politik olayların hızla yükselmesinin ve özellikle üniversitelerde karşıt gençlik örgütlerinin eylemlerinin de mutlaka etkisi vardı. O gün “Tamam, ben de bu tür işler yapmak istiyorum.” dedim. Ama bunu nerede ve nasıl gerçekleştirebileceğim, konusunda hiçbir fikrim yoktu. Okuldaki son senem idi yani dokuzuncu yılımı tamamlamak üzereydim. Artık sınıf arkadaşlarımla beraber mezun olacaktım. O sırada iki yıllık yüksek kondu. Birden bire arkadaşlarım mezun oldular ve Afrika’ya turneye gittiler, ben ise kendimi iki yıl daha okulda buldum. Yüksek devreyi bitirirsem burs kazanma şansımın artacağını düşünüyordum. İlk yıl kendimi kötü hissetmedim. Bütün dersleri (kültür dersler de dahil) tek başıma alıyordum. İkinci senenin yarısında eğitmenlerim  Molly Lake ve Travis Kemp beni çağırıp “Biz Türkiye'de bir company kurmak istiyoruz ve senin de companyde olman bizim için önemli.” dediler. Ben neye uğradığımı şaşırdım. Kendime geldiğimde “Benim hayallerim var, yurtdışına gitmek istiyorum.” dedim.


E.B.: Kaç yaşındasınız bu esnada?


A.T.: On yaşında girdim yirmi bir yaşında mezun oldum. Bana her gün emek veren Moly bir canavara dönüştü. O kadar korkunçtu ki, adeta işkence yapıyordu. Derslerde her zaman point shoes (parmak ucu pabucu) kullanmıyordum. Böyle zamanlarda tabanı çıkmış eski bir parmak ucu pabucuyla yapıyordum teknik dersimi. Tabanı olmayan bir pabuçla ders yaptığım   bir gün benim parmak ucuna çıkmamı istedi. Pabucumun içinin boş olduğunu bu nedenle çıkamayacağımı söylediğimde boğazıma sarılarak  "At gibi kuvvetlisin, yaparsın!" diye bağırdı. Sonraki günlerim kâbusa döndü. Molly o kadar kötü davranıyordu ki her gün derslerden ağlayarak çıkıyordum "Beni mezun etmeyecekler." diye. Ama gayet yüksek notlarla mezun ettiler. Okul maceram kısaca böyle sonlandı. Eğitimin en olumsuz yanı on bir yılın büyük bir bölümünü aynı eğitmenlerle çalışmamdı! On bir yıl aynı birkaç klasik eseri tekrarlamak! Ben Giselle balesinde  kraliçe ve erkek rolleri hariç her bölümünün içinde yer aldım. Buna Giselle başrolü de dahil. Olumlu yanlarına gelince akşamları ismimizi yazdırmak şartıyla opera, bale, tiyatro ve konserlere okulumuza ait küçük otobüsle götürülüyor ve tekrar geri getiriliyorduk. Okulumuzun küçükte olsa bir sahnesi vardı. Neredeyse her hafta gösteri yapıyor sahneyle buluşuyorduk. Yurtdışı olmasa da sık sık turneler yapabiliyorduk. Şimdiki koşullarımızla mukayese edilirse bu konuda daha iyi durumdaydık. Sonra mezun oldum ve otomatik olarak Devlet Opera ve Balesi’ne stajyer sanatçı olarak kabul edildim.


E.B.: O dönemin ve o alanın habitus'u nasıldı? Nerelerde takılırdınız? Nasıl bir gündelik hayat ritmi vardı?


A.T.: Hiçbir yerde takılacak durum yoktu. Bütün gün provalar sürüyor, belli günler gösteriler oluyordu. O yıllarda Türkiye’de siyasi açıdan çok gergin anlar yaşanıyordu. O arada ben de beklenmedik bir şekilde politik bir adamla evlendim! Beni arkadaşlarıyla tanıştırdığında ve benim balerin olduğumu duyduklarında o kadar şaşırdılar ki! Sanki ben bir çantaymışım gibi “Bunu nerden buldun?” diye sordular. Hiç unutmuyorum! Bu soru bana çok ilginç gelmişti.

Ama kocam çok açık görüşlü, baskı kuran değil, değil destek veren biriydi. Gelişimimde çok büyük katkıları oldu. Bir gün banyoda bale kıyafetlerimi yıkıyorum. Bana “Senin hayallerin vardı, onlar ne oldu? Yapmak istiyor musun istemiyor musun?” diye sordu . Ben bir anda hem şükran hem heyecan hissettim. Hakikaten bu konuşmadan sonra hayallerimin peşinde koşmaya başladım.


O dönemde devlet balesinde önemli bir gelişme oldu. Duygu Aykal ve Geyvan McMillen İngiltere’den Türkiye'ye geldi. Onlar, benden bir önceki kuşaktı. Hemen devlet balesinde koreograf kadrosuyla çalışmaya başladılar. İlk modern derslerimi Geyvan ile aldım. Graham, Cunningham gibi teknikleri orada tanıdım. Derslere genellikle gençler katılıyor diğer dansçılar ise bize takılıyorlardı "Modernciler" diye. Duygu ile başka türlü bir ilişkim oldu. Tam nasıl olduğunu bilmiyorum ama o koreografi yaparken kendimi onun asistanı ilan ettim. Çünkü birazcık Benesh dans yazısı biliyordum. Bu süreç içinde öyle bir noktaya geldim ki bir dansçı sakatlandığında o rolü notlarıma bakarak başka dansçıya öğretebiliyor ve sahneye çıkmasını sağlayabiliyordum.


E.B.: Benesh dans yazısı nedir?


A.T.: Benesh dans yazısı dans hareketlerini ve pozisyonlarını grafiksel olarak temsil eden  bir notasyon sistemi. Ben bu tekniğin sadece birinci seviyesini biliyordum ama solo yazmaya çalışıyordum. Bu dersin hocası gösterdiğim çabayı ilgi ile takip ediyordu. Sonradan NYU’da  Laban tekniğini öğrenirken Laban tarafından geliştirilen farklı bir notasyon sistemini de öğrendim ama Benesh tekniğini birçok açıdan kendime daha yakın hissettim.  Bu arada teknolojinin  hızlı gelişimi ve yeni kayıt cihazlarının kullanıma açılması sonucu Benesh ve Laban teknikleri işlevselliğini yitirdi. İlginç bir şekilde ben uzun süre teknik derslerimi hazırlarken Benesh notasyonu ile notlar almaya devam ettim.


Duygu’yla çalışmamıza gelince koreografi ne demektir,  nasıl yapılır gibi konularda çok şey öğrendim ama bunlar Duygu için geçerli idi. Kafamda pek çok soru vardı "Ben ne yapardım? Ben nasıl çalışırdım?" gibi. Devlet balesinin derslerinde de bu sorular hep sürdü. İlginç olan en fazla çok da iyi olmayan öğretmenler sayesinde gelişiyordum çünkü sürekli alternatifler üzerinde düşünüyordum.


Sonunda Duygu ve Geyvan’nın aldığı aynı devlet bursunu kazandım. Kocam işini bıraktı benimle İngiltere'ye geldi. Giderken o kadar az bir parayla gittik ki ancak ufacık bir mutfağın ortasına yerleştirilmiş iki kişilik karyolanın olduğu bir oda kiralayabildik. Orada çok zor günlerimiz oldu. İlk gün bari ocağı yakıp ısınalım derken ocağın gazı bitti ve o zaman anladık ki ısınmak için para harcamamız gerekiyor. Home Office bizi sık sık sıkıştırıyor,  “Bu parayla yaşamanız mümkün değil, mutlaka kaçak çalışıyorsunuz.” diyordu.  Halbuki kaçak çalışmıyorduk, çünkü iş bulamıyorduk! Bir süre sonra benim konservatuvarda okuduğum iki yıllık yüksek devrenin İngiltere’de ki dans okullarının vereceği diplomadan daha ileri seviyede  olduğu anlaşılınca önümde yeni bir kapı açıldı. Yaz başı çağdaş dans eğitimi verilen The Place’te yaz okuluna katıldım ve Amerika’da en önemli dans okullarında ders veren  Kazuko Hirabayashi’ yi tanıdım. Kursun sonuna doğru ona problemimi anlattım. Benim için bir referans mektubu yazdı. Bu mektubu hem The Juilliard School hem de SUNY College at Purchase’a göndermemi söyledi. Juilliard’ı duymuştum, öbür okulu bilmiyordum. SUNY College at Purchase Kazuko'nun yazdığı referansa dayanarak beni dönem başlamış olmasına rağmen Upper Division Special Student [Üst Seviye Özel Öğrenci] olarak kabul etti.


E.B.: Londra’dan Amerika’ya geçiş nasıl gerçekleşti?


A.T.: Londra’dan Amerika’ya gitmemiz jet hızıyla gerçekleşti. Çünkü gideceğim okulda dersler başlamıştı. Havaalanına indiğimizde valizlerimizi bir dolaba kilitleyip Manhattan’a geldik ve zar zor konsolosluk binasını bulduk. Yetkililer bizi o kadar güler yüzlü karşıladılar ki neredeyse hepsinin boyunlarına sarılacaktım! Londra’da öğrenci işleriyle ilgilenenler o kadar asık yüzlülerdi ki! O dönemde henüz yüksek devre konmadığı için benzer bir problemle daha önce karşılaşmamışlardı. Bu yüzden beni her gördüklerinde yüzleri asılıyordu. Yetkililere bavullarımızı havalimanında bir dolaba kilitlediğimizi ve akşam kalacak yerimizin olmadığını söyleyince genç bir kadın bizi evinde ağırladı. Ertesi sabah başka bir konsolos çalışanı bizi havalimanına götürdü. Neyse ki çok aramamız gerekmeden bavullarımıza kavuştuk. Havalimanından Purchase’taki okuluma ulaşmamız bir saate yakın sürdü. Öğrenci kayıt ofisi benden haberdardı. Hemen Upper Division Special Student [Üst Seviyede Özel Öğrenci] olarak kaydım yapıldı. Purchase’ ta kalacak bir yer bulana kadar kolejin yurdunda kalabilecektik.. Kafeteryadaki ilanlar sayesinde bulduğumuz ev Lynn adında aynı sınıfta olduğumuzu sonradan fark ettiğim bir dans öğrencisine aitti. Kolejdeki ilk günlerimde “Kazuko’nun getirdiği kız” diye parmakla gösterildiğimi hatırlıyorum. Güçlü bir bale tekniğine sahip olduğum için bana her gün o dönemde en geçerli olan üç modern dans tekniği Martha Graham, Merce Cunningham ve José Limón dersleri aldırıyorlardı. Normal öğrenciler ilk sene bale ve modern dans teknikleri ve doğaçlama yapıyorlar İkinci sene dans tekniklerine ilaveten dans kompozisyonu ekleniyordu. Ben hem doğaçlama hem de kompozisyon derslerinden sorumluydum. O dönemdeki teknikler hala bale temelli olduğu için teknik derslerde pek problem yaşamıyordum. Fakat yaratıcılık… Hayatımdaki en çaresiz dönemleri yaratıcılık konusunda yaşadım. On yaşında baleye girmek o kadar acımasız bir şeymiş ki. Çünkü hiç kimse beni bir birey olarak değerlendirmemiş. Yaratıcı yönlerimi geliştirme konusunda baleye hizmet amaçlı yaklaşıldığı için sınırlandırılmışım. Özgürce hareket etmek yerine gösterilen bir hareketi taklit etmem istenmiş hep. O sırada bilgi eksikliği de çok fazla ve anatomi bilgisi hiç yok! Ben zannediyordum ki deliler gibi çalışırsam kaslar güçlenir ve başarırım! Feldenkrais tekniğini (hareket yoluyla farkına varma) tanıdıktan sonra bedenimden ne çok özür diledim... Çok zordu…


Doğaçlamalarda enerjim çok yüksekti, ilk zamanlar arkadaşlarımı bir yerlere sıkıştırıyor, kontrol ediyordum. Hocam devamlı "Aydın don't do arabesque, don't do arabesque!" [“Aydın arabesk yapma, arabesk yapma!”] diye bağırıyor ben ise kafam karışmış bir şekilde “Nasıl yani? Arabesk yapmak doğaçlamada niye yasak olsun ki?!” diye düşünüyordum. Amerika’ya bütün zor şartlara rağmem koreograf olmak istediğim için gelmiştim, gerçekten çok istiyorum. Deli gibi çalışıyordum ama işlemeyen bir şey olduğunun da farkındaydım.  Kazuko gösterdiğim her ödeve sadece olmamış diyordu. Her hafta yeni bir konu işleniyor Kazuko ders sonu bana hem yenisini hem de eskisini getirmemi söylüyordu.  Sınıfımdaki  öğrencilerin hepsi çok iddialıydı. Oturdukları yerden ödev göstermeye kalkarken tavırları ve yürüyüşleriyle performansa başlıyorlardı. Zaten o sınıftan neredeyse herkes koreograf oldu.


E.B.: Büyük baskı altında olmalısınız!


A.T.: Evet. Bir şeylerin işlemediğini anlıyor ama ne olduğunu çıkaramıyordum. On metre tavanı olan devasa salonlarda saatlerce çalışıyordum. Hafta sonları sınıf arkadaşlarım pikniklerde eğlenirken, ben ödevimi yapmak için tek başıma okula gidiyordum. Böyle günlerden birinde kendimi çok kötü ve çaresiz hissettim. O anı şimdi gibi hatırlıyorum. Tuvalette gizli gizli ağlarken herhalde ben koreograf olamayacağım diye düşündüm. Ertesi gün Kazuko ile konuşmaya karar verdim. Kazuko çok sert bir eğitmendi. Çekinerek yanına gittim ve  “Kazuko, sizinle konuşabilir miyim?” dedim. Bana sertçe baktı ve “Ne hakkında?!” dedi. Ben “Kompozisyon hakkında.” diyince bir süre gözümün içine baktı. Sonra “Vaktim yok.” dedi, başını çevirdi, gitti. Hayatımdaki en önemli hikâyelerimden biridir. O hafta problemimin kaynağını çözdüm. Bir öğrencinin ödevinin ardından “Ben problemimi anladım!” diyerek ortaya fırladım. “İyi, hadi yap.” dediler. Çok hızlı hareket etmeye başladım. Bir anda herkes gülmeye başladı ve “Sen dinamik kelimesinin İngilizce anlamını bilmiyorsun” dediler. Ben hala hareket üretirken klasik balenin o sistematik kalıplarının dışına çıkamadığım için ödevlerim başarısız oluyordu. Saatlerce stüdyoda vakit geçirmek yerine bakış açımı değiştirmem gerekiyordu. Sonrası çorap söküğü gibi aktı. Kazuko istisnasız bütün ödevlerimi tamamlattı.


Yıl sonu bu okulda da bir derece alamayacağım anlaşılınca master yapabileceğim okullar araştırılmaya başlandı. Sonunda Kazuko beni arabasıyla New York’taki NYU Tisch School’a  götürdü ve sınavımı izledi. Tüm eğitmenler ona karşı çok saygılıydılar. Sınavım çok başarılı geçti ama orada da bürokratik bir problem yaşandı. Dans bölümünün başı Stuart Hodes beni almıyorlar diye istifa etmeye kalktı. Sonuç olarak epey olaylı bir şekilde NYU’ya kabul edildim.


New York’ta özellikle okuluma yakın ev kiralamak hiç kolay değildi. West Village’da yaşayan bir arkadaşımızın önerisiyle New York’a geldik ve bölgenin yerel gazetesi Village Voice’un kapısında sabahladık. Gazeteler geldiğinde okula en yakın ev ilanı işaretleyerek  emlak ofisine gittik ve evi hiç görmeden 200 dolara kiraladık.  Yer 13. Sokak, 2. ve 3. Avenue arasındaydı. Okulum ise birkaç sokak ileride 2. Avenue’de. Büyük bir mutlulukla kiraladığımız evi görmeye gittik. Sokağın içine girdiğimizde ne görelim! Üç ambulans ve üç ceset! Ben ağlamaya başladım “Bu sokakta nasıl yaşayacağız” diye. Sonradan duyduk ki Taxi Driver [Taksi Şoförü] filminin çekildiği sokakta ev kiralamışız. Üstelik filmin çekildiği bina bizim binanın tam karşısındaki boş bina imiş.


E.B.: Çok öğretici ve heyecan verici. Dinlemesi o kadar zevkli ki. İnsan o duyguyu hissediyor içinde. Müthiş bir mücadele: evden uzak olmak, ekonomik zorluklar, politik kaygılar... Hepsinin ötesinde yaratıcılık... Bunların hepsi bir bünyede nasıl bir araya gelebiliyor?


A.T.: Bu normal bir şey diye düşünüyorum! Hiç aksini düşünmedim. Kocamdan da hep destek gördüm. Evlenirken bize kimse ev kiralamadığı için evlenmek zorunda kaldık! 1972-1973... Çok zor dönemlerdi.


E.B.: Siyasette hiç örgütlü olduğunuz bir dönem oldu mu?


A.T.: Bale eğitmenlerim çok kitap okuduğum için endişelenip beni uyardıkları olurdu. Ben ise savaşımı silahla değil sanatla vermek istiyordum. Türkiye’de günde en az 20 -30 kişinin öldüğü o yıllarda Türkiye ile iletişimimizi sadece gelen mektuplar üzerinden kurabiliyorduk. Elbette ölen ya da tutuklanan arkadaşlarımızın haberlerini aldığımızda tarifi zor acılar çekiyor, güzel bir haberde ise mutluluktan göklere çıkıyorduk. Ev paylaştığımız okul arkadaşım Lynn gelen mektupların ardından yaşadığımız ruh hallerinden ve insani ilişkilerimizden etkilenmiş olmalı ki, bizi Thanksgiving [Şükran Günü] için ailesinin evine davet etti. Lynn’in annesi politik bir kadın olmalıydı. Nükleer enerjiye karşı protesto amaçlı yolun ortasında oturup trafiğe engel olduğu için hapse atıldığını duyduğumda kulaklarıma inanamamıştım. Demek ki “Özgürlükler Ülkesi” sistemin izin verdiği yere kadar özgürdü! Eve gelip arabadan indiğimizde kız kardeşi ve eşi bahçede yanılmıyorsam soba borusu temizliyorlardı. Arkadaşımız Lynn ısrarla merhaba biz geldik diye sesleniyor, kimse bizimle ilgilenmiyordu.  Bir süre sonra annesi geldi, Lynn koşarak “Anneciğim, seni çok özledim.” dedi. Annesi bir adım gerileyerek “Beni özlemek zorunda değilsin, ben annemi hiç özlemedim” dedi. Hepimiz için zor geçen iki günün sonunda eve döndüğümüzde Lynn  “Galiba ben sizinle aynı evde yaşayamayacağım çünkü sizin aile ve arkadaşlık ilişkilerinizin bize benzemediğini kendi ailemle buluştuğumda şok geçirerek fark ettim. Şimdi kendim ve ailemle olan ilişkilerimi sorgulamaya başladım.” dedi.  Sonuç olarak mutfağında lavabo olmadığı için banyodakini kullanmak zorunda kaldığımız minik bir çatı katına taşınmak zorunda kaldık.


E.B.: Kaldığımız yerden, danstan devam edelim. Orada neler oldu gittiğinizde?


A.T.: NYU Tisch School’da eğitime başladım. Kazuko’nun New York’ta kendine ait bir stüdyosu ve Kazuko Hirabayashi Dance Theatre isimli bir topluluğu varmış. Beni bu topluluğa kabul ettiler. Çok çalışkan ve heyecanlıydım. Bir yandan okula gidiyor bir yandan Kazuko’da prova yapıyor bir yandan da akşamları gösteri izliyordum. Ama bence sanatsal gelişimimde NYU’da aldığım dersler kadar, hatta fazlasını New York’ta yaşamam sağladı. Bana göre 1970’lerin ikinci yarısı sanat açısından New York’un altın çağıydı. O kadar inanılmaz işler görüyordum ki! Hiçbir gösteriyi kaçırmıyordum. Başlangıçta Merce Cunningham’ın yaklaşımı bana hiçbir şey ifade etmiyordu ama bütün gösterilerine gidiyorum. Sadece gösteriyi izlemiyor, çevremi de izliyordum. Mesela izleyicinin yarısı hayran kalıyor, yarısı nefret ediyor, salonu terk ediyordu! Ama ben ne olursa olsun her seferinde gidiyordum. Bir Cunningham gösterisi önemli bir aydınlanma yaşamama neden oldu… Bir elin beş parmağı kendi içinde ne kadar mükemmeldi.  İnsan bedeninin yaptığı her hareket zaten mükemmeldi. Bunun üzerine bir anlam yüklemek gerekmiyordu.  Öte yandan her gösterisini izlediğim Meredith Monk’u hep eleştirdim! Ancak ondan ne kadar fazla etkilendiğimi Türkiye’ye döndükten sonra fark ettim.


E.B.: 1970’lerin ortamında New York’ta dans ortamının, kültür üretiminin her bakımdan hareketliliği nasıldı? Biraz daha anlatır mısınız?


A.T.: Ben 1970’lerin ikinci yarısının sonuna doğru New York’ta yaşamaya başladığım için gördüğüm her şey olumlu veya olumsuz beni çok etkiliyordu . 1960'ların başında New York’un Greenwich Village  bölgesinde yer alan Judson Church’te bir grup dansçı, besteci ve görsel sanatçının kolektif olarak toplandıklarından, bu Church’ün içinde ve dışında çeşitli atölyeler verdiklerinden söz ediliyordu. Bu buluşmaların ve üretimlerin sonucunda modern dansın sınırları ortadan kalkarken postmodern dansın prensiplerinin oluştuğu ve performans sanatında büyük bir dönüşümün gerçekleştiğinden söz ediliyordu. Ama ben hala balenin üzerimde oluşturduğu ağır baskının altında ezildiğim ve Kazuko ve dans ettiğim bir diğer topluluğun da hala modern dans sınırları içinde işler üretmeleri nedeniyle anlamakta zorlanıyordum.  Bu değişimin ne demek olduğunu Merce Cunningham’ ın işlerinde fark etmeye başlamam herhalde üç yılımı aldı.

70’lerde benim de yaşadığım Lower East Side’da faaliyet gösteren Bread and Puppet politik bir topluluktu. Uzun sopaların üzerinde yürüyen oyuncular sayesinde oluşturdukları büyük kuklalarıyla sokaklarda dikkat çekerlerdi. Bazen okula giderken oyunculardan birinin kolunun alçılı olduğunu fark ederdim. Birkaç defa izlediğim bu topluluğun işleri, gösterinin sonuna doğru salona yayılan nefis ekmek kokularıyla biter ve bu nefis ekmekler bizlerle paylaşılırdı. Bread and Puppet Theater, Vietnam Savaşına karşı yapılan protestoların önemli bir parçası olduğunu da daha sonra öğrendim.


Görsel: Günlük, Aydın Teker Arşivi.
Görsel: Günlük, Aydın Teker Arşivi.

E.B.: Bir gününüz nasıl geçiyordu?  Nasıl bir ritim vardı gündelik hayatta?


A.T.: Her sömestr başında aldığım dersleri görünce paniğe kapılır ancak tüm derslerin altından kalktığım gibi büyük loftlarda canlı müzisyenlerin çaldığı çılgın partilere bile gittiğim olurdu. Aslında NYU’ya kabul edildiğim için kendimi çok şanslı hissediyordum.


Kayıt sırasında hem dans hem de eğitim bölümünden dersler alabileceğimi öğrendim. İki bölümden de dengeli bir biçimde dersler seçtim. Özellikle küçük çocukların yaratıcılığını geliştirecek bir ders beni çok heyecanlandırmıştı. Amerika’da yapılan ön araştırmalarda çocuklara verilen bu tür eğitimler sayesinde çocukların bireysel yetenekleri erken yaşta ortaya çıktığı ve kendi yeteneklerine uygun bir eğitim aldıklarında, hem daha mutlu hem de başarılı oldukları gözlemlenmişti. Bu eğitimi tüm anaokulları ve ilkokullarda yaygınlaştırmak için verilen bu kursta belki de tek dansçı bendim. Katılımcılar arasında rahibe bile vardı. “Türkiye’ye, bale bölümünde okuyan çocukların yaratıcılığını geliştirecek bir yöntem ile dönersem onların da benim gibi acı çekmesini engelleyebilirim.” diye düşünüyordum. Dersler inanılmaz eğlenceliydi. Çok kısa bir sürede üzerimi zırh gibi kaplayan tuğlaların yerle bir olduğunu, zırhın içinden Küçük Aydın’ın çıktığını fark ettim. Enerjim değişti. Özgürdüm her şeyi yapabilirdim! Bu değişimi rahibede de fark ettiğimi hatırlıyorum.


E.B.: Türkiye’ye gidince cümlesi çok önemli! Dönmek hedefiyle gidilmiş.


A.T.: Ben konservatuvarda parasız yatılı okuduğum için bire iki, yani yirmi iki  yıllık mecburi hizmetim vardı. Üstüne yurtdışı da eklenince bana kefil olan yakınlarımı zor durumda bırakmak aklımın köşesinden geçemezdi. Ancak ben Türkiye’ye döndüğümde, babam yirmi iki yıllık mecburi hizmetimi peşin ödeyerek beni büyük bir yükün altından kurtardı. Ben ise yanılmıyorsam otuz yılı aşkın, canı gönülden ders verdim.


NYU’da aldığım bir diğer ders beni çok zorlarken farkındalığımın artmasında önemli rol oynadı. Profesyonel oyuncu ve eğitmen André Bernard’ın geliştirdiği constructive rest [yapıcı dinlenme] dersi


E.B.: Nasıl bir çalışmaydı bu?


A.T.: Yerde dizler tavana doğru kırık sırt üstü yatarken bedendeki tansiyonu rahatlatmak için çeşitli imajları hayal ediyorduk. İnternette “Andre Bernard, Constructive Rest” diye arayınca videoları çıkar. İlk sene o dersi aldığımda fark ettim ki nefes alamıyorum. Nefes almayı bilmiyorum! Hiç bir kasımı rahatlatamıyorum! Hayal bile edemiyor, bütün olumsuzlukları bedenimin içinde muhafaza ediyorum. Sonra André Bernard ile bir pazarlık yaptım: “Ben bursluyum, beni bırakmayın geçirin ama seneye aynı sınıfa tekrar kabul edin”. “Olur.” dedi. İkinci sene ilk sömestr her gün tek başıma çalışmama rağmen bir arpa boyu yol gidemedim. Senenin ikinci yarısında birazcık nefes almaya başladım. Anatomiye ilgi duymaya başlamam André Bernard’ın derslerinden sonra başladı.


Purchase’ta zorlandığım doğaçlama dersi NYU’da beni çok geliştirdi. Dersin eğitmeni Amerikalı Alvin Nikolais Dans Topluluğun’nun eski dansçılarından Janet Stoner idi. İlk derste salona girdiğinde enteresan fiziğiyle beni çok etkilemişti. Sıra dışı uzun olan kolları, bacakları, gövdesi, boynu ve yüzüyle Giacometti’nin heykellerini çağrıştırıyordu. Derse yaklaşımı Purchase’ta aldığım derslerden çok farklıydı. Konuları işlerken genellikle sınıf  ikiye ayrılıyor, bir grup ortada verilen ödev üzerinde çalışırken diğerleri kenarda oturup arkadaşlarını izliyordu. Çalışma sona erdiğinde önce çalışanlar deneyimlerini paylaşıyor daha sonra izleyenler ne gördüklerini dile getiriyorlar ve gruplar yer değiştiriyordu. Ödevler çoğunlukla gözler kapalı, bedenin içine dönük oluyor ve hem yapan hem de izleyen için ciddi odaklanma gerektiriyordu. Bu dersle ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta fiziksel ve duygusal oluşumları, değişimleri sözle ifade edebilme yetimizin sömestr başına göre önemli ilerleme gösterdiği idi. Daha sonra yakın arkadaş olduğum Janet’in derslerinden Türkiye’ye dönünce de hep yararlandım.


Hayatımın kabusu olan kompozisyon dersine gelince hala zorlanıyordum. Dersin eğitmeni   Linda Torney Kazuko’ya göre çok daha yumuşaktı. Dönem sonuna doğru  Linda’ya “Bana incomplete [tamamlanmamış] verin.” dedim. Gözleri açıldı! “Ben kendimi mezuniyet projesi için hazır hissetmiyorum. Incomplete alırsam yazın çalışmak için bir gerekçem olur!” diye ilave ettim. Bu kez ödevi kendim değil başka bir dansçıyla hazırlamayı düşünüyordum. Purchase'tan tanıdığım aynı zamanda Kazuko’nun topluluğunda beraber dans ettiğimiz arkadaşım Grazia’la çalıştım. Türkiye’den ayrıldığımdan beri ilk kez kendim dışında bir dansçıyla çalışıyordum. Grazia’nın başına bir kese kağıdı geçirdim ve onu bir yaratığa dönüştürmeye çalıştım. Kafamda oluşturduğum hareketlerden çoğu dansçının bedeninde karşılık bulmuyordu. Bir süre sonra fark ettim ki dansçının kendi bedeninden ve fiziksel özelliklerinden yaralandığımda hareketler daha organik ve ilginç bir hal alıyor, beni çok heyecanlandırıyordu. Bu keşif benim için çok değerliydi. Belki de koreografi yapma tutkumun ilk tohumları şu anda adını bile hatırlamadığım bu çalışmada atılmıştı.


Mezuniyet projem için sorumlu eğitmenlerle konuşmaya gittiğimde bir cesaretle “Ben çok özel, deneysel bir iş yapacağım. O yüzden tek başıma bir gösteri istiyorum.” dedim. Şaşırdılar çünkü her üç öğrenci bir geceyi oluşturuyordu. “Ne yapacaksın?” diye sordular. Bir şeyler söyledim, belli ki ikna oldular. Bana 14 Şubatı ayırdılar. Çalışmaya başladım. Aman tanrım, ne kadar zor bir şeymiş bu! Her gün derslerimi yapıyorum, hiçbir dersimi aksatmıyorum. Çok güzel bir grup seçtim çünkü kafamda bir düşünce var. Barbie bebek istemiyorum, bedenler standart olmayacak. Her türlü insan olacak içinde. Onun için hepsi birbirinden çok farklı beş tane dansçı seçtim. Bir tane film bölümünden arkadaşım, bir tane de müzisyen arkadaşım projede olmayı kabul ettiler. Filmci ve müzisyenle çok erken saatlerde, dersler başlamadan önce buluşuyoruz. Sonra derslerimi yapıyorum. Tabii ABD gibi bir ülkede yaşadığın zaman çok farklı şeyler görmeye başlıyorsun. Benim için insani ilişkilerdeki yabancılaşma, alienation, inanılmaz boyutlardaydı! Bununla ilgili bir iş yapmalıydım. Bu arada elektronik müzik dersi alıyorum. Reel-to-reel teypler kullanabiliyor, kayıt yapabiliyoruz. Ben müziğin bir kısmını da kendim yapmaya karar verdim. Fakat dersin eğitmeni ile durmadan  kavga ediyoruz! Çünkü aynı anda ben de orada çalışmak istiyorum o da! Sonunda beni odadan atıyor! Bir kere o kadar kızdım ki "Sergio I hope you will have a nightmare tonight." [“Sergio, umarım bu gece kabus görürsün.”] dedim. Bana şaşkınlıkla bakarak "What do you mean?!" [“Ne demek istiyorsun?!”] diye sordu. Kendimce beddua ediyordum! Fakat sonradan bunu mezuniyet projemde kullanacağımı fark edince bana daha çok kapı açtı. Böylece biraz müzik üzerinde çalışıyorum. Bulduğum kolla çalışan bir dikiş makinesi sayesinde kostümlerimin bazılarını kendim tasarlayıp kendim dikiyorum. Kontrolün hep bende olması gerektiğine gönülden inandığım için çok zorlanıyorum. Ne de olsa benim ilk ciddi işim. Yabancılaşma nasıl olur sorusunu sorduğumda Lynn ve ailesi geliyor aklıma. Birbirleriyle uyum sağlayamamaları ve yalnızlaşma. Başlangıçta dansçılar uyum içinde olmalı. Özenle seçtiğim beş dansçı beyazlar içinde hareket ediyor ve her hareketin öbürünü etkilemesi lazım. Geceleri kafamda iki kişinin hareketini görüyordum, sonra üç kişinin... Uyku yok! Ağlaya ağlaya -akıllılık edip seçtiğim- seramik dersine gidiyorum. Atölye bir binanın çatı katında. Gün ışığını tepeden alıyor. Belli günlerde sanat bölümü öğrencilerinin dersi oluyor. Kimse benim varlığımdan rahatsız olmuyor. Onlara verilen ödevleri ben de yapıyorum. Endişelerimi paniğimi toprağa akıtıyorum. Okulun deposundan sahnede bir yükselti oluşturmak için ahşap kutular buldum. Onları portakal rengine boyadım. Çünkü oyun sahnede ışık altında tek başına duran bir portakalla başlayacak. Fakat portakal renkli yükselti rol çalınca gösteriye iki gün kala gri boyayla boyamak zorunda kaldım. Çok çalışıyorum! Süreç deneme yanılma ile gelişiyor. Gösteri dansçıların yavaşça portakalın etrafında toplanmasıyla başlıyor.  Sonra bir tanesi o portakalı alıp soyuyor ve beraberce yiyorlar. Bunu bilinçli bir şekilde yapmamıştım. Sonra izleyiciler arasında olan bir tarih profesörü dedi ki “Bu paylaşım biz Türklere özgü.” O portakalı yedikten sonra benim yaptığım müzikle uyumlu bir şekilde dans ediyorlar. Bu arada siyah giysili  iki “kötü” adam, hep gri tepenin üzerinden dansçıları izliyor. Derken adamlardan biri sahneye parlak, gürültü yapan top fırlatıyor. Herkes duruyor. Aralarından bir kişi o topu alıp sahipleniyor. İnce uzun kadın dansçı  beauty queen [güzellik kraliçesi] oldu. Dar ve uzun kırmızı halının içine yerleştirdiğim glitterlar [parıltı], halı yerde yuvarlanırken havaya yükseliyor. Güzellik kraliçesi değişik  pozlar vererek parıltılı halının üzerinde yürüyor. Bir dansçı meditasyon yapıyor bir diğeri sürekli tüketiyor. Dördüncü dansçı koşarken (jogging çok modaydı) diğeri punka dönüşüyor. Müzisyen onların rollerine uygun ritmik sesler ve anlamsız kelimeler geliştirdi. Ben de bu rollere uygun koreografi yaptım. Böylece ortaya güzel bir orkestra çıktı. Orkestra şefi elbette müzisyen arkadaşımdı. Sonuçta herkes artık çok renkli ama hiç kimse bir arada olamıyor, birbirleriyle uyum sağlayamıyorlar ve oyun bitiyor. Gösteriden sonra bir adam yanıma gelip dedi ki "Hocaların senden korksun!".


E.B.: Gösteriyi soluksuz izledim gerçekten!


A.T.: Fakat benim içime sinmeyen bir şey vardı. Ben, adı “More – Daha fazla” olan bu mezuniyet projesinde kendimi ifade edebilmiştim ama istediğim bu muydu? Koreografi bunun ötesinde bir şey olmalıydı. Bir solo üzerine çalışmaya başladım. Eğitim bölümünden seçtiğim Laban hareket analizleri dersinden yola çıkarak T.S. Eliot'un dört mısrasının kelimelerini analiz ettim ve harekete dönüştürerek “Cage” adlı soloyu oluşturdum.  More’da meditasyon bölümünü yapan dansçım biraz kilolu ve dolunay gibi yuvarlak ve porselen gibi pürüzsüz yüzün içindeki masmavi gözleriyle bir oyuncak bebeği andıran Mary Tooley idi. Hiç müzik kullanmadım. Laban hareket analizleri, farklı dinamikleri anlamamda ve bedenle buluşturmamda çok yardımcı oldu. NYU’da sahne tasarımı bölümü ile ortak işler yapabileceğimi More’da bilmediğim için her şeyi kendim yapmıştım. Bu kez kostüm ve ışığım için Sahne ve Tasarım bölümünden iki öğrenci ile çalışma şansım oldu. Hiç unutmuyorum ışık provasının akışında Mary bir bölümü olduğu gibi atladı. Provanın sonunda içeri gittiğimde iki gözü iki çeşme ağlıyordu.  Bana “Birkaç akşamdır rüyamda, üzerinde çok çalıştığımız bu bölümü atladığımı görüyordum ve bugün en önemli ışık provasında korktuğum başıma geldi!” dedi. Ben de “İyi ki korktuğun bugün başına geldi. Yarın izleyicilerin karşısında bu bölümü çok güzel yapacaksın!” dedim. Bana göre yaptı da. Ne yazık ki oyunumun kritiğini yapıldığı gün ateşler içinde yattığım için orada olamadım. Sonradan duydum ki kostümcüyü çok eleştirmişler dansçıyı şişman gösterdi diye! Hâlbuki benim savunmam vardı o konuyla ilgili. “Cage”  yıl sonu gösterilerine seçilmedi ama Sergio bana gelip “Senin gitmek istediğin yolu anlamaya başladım.” dedi.


E.B.: Bu arada Çağrı doğacak.


A.T.: Master yaparken kızım Çağrı’ya hamile kaldım. Doktorum her şeyi yapabileceğimi söyleyince ben de hamileliğimin yedinci ayında sahneye eser koydum. Aşağı New York’un doğu ve batı yakalarında, insanların beklenmedik davranışlarıyla karşılaşmak olağandı. Cansız pet taşların satıldığı dükkânlar ya da yollarda içinde köpek olmayan telden yapılmış tasmaları dolaştıran kişiler parçada yer bulmuşlardı. Bunların dışında hareket eden dekorlar, dansçılar arasında geçen imalı diyaloglar bir de Neo-klasik balenin öncüsü, New York City Ballet ve Amerikan Bale Okulu'nu kurucusu, George Balanchine’den de etkilenmiş olmalıyım ki seçtiğim dansçılar arasında point shoes ile dans edecek gerçek bir balerin de vardı. New York’ta yaşayan balerinler davranışları, kıyafetleri, saçlarını toplama biçimleri ve yürüyüşleriyle herkesi, kendilerinin bale dansçısı olduklarına ikna ederlerdi. “City Interaction” isimli bu parçanın gösterilmesinden sonra kendi kendime dedim ki “Yine aynı tuzağa düştüm!” Galiba gördüğüm sıra dışı davranışlardan o kadar etkileniyorum ki bunları izleyicilerin de gözüne sokmak istiyordum.


20 Ağustos 1981 günü kızım dünyaya geldi. Ben son güne kadar ders yapmaya devam ettim. Sadece son hafta zıplamadım. Doğumum hiç filmlerde gördüğümüz gibi olmadı. Doktorlar sedye ile beni doğumhaneye yetiştirmeye çalışırken bir yandan da “Lütfen tut.” diyorlar. Bense “Geliyor tutamıyorum!” diye bağırıyordum. Doğumhaneye ucu ucuna yetiştik. “İt!” dediler ardından kocamın çığlıklarını duydum. “Aydın, kız! Aydıncığım kız!”. Ardından da Çağrı’nın çığlıkları! O yıllarda ultrason ile bebeğin cinsiyeti belirlenmeye başlamıştı ama biz öğrenmek yerine sürprizle karşılaşmak istedik. Karnım o kadar küçüktü ki, doğal doğum kursunda karşılaştığım kadınlar beni yeni doğan ünitesinde görünce düşük yaptığımı zannettiler.


Çağrı diğer bebeklerle göre çok küçüktü, ama prematüre değildi. Hastanede kalabalık bir koğuşta kalıyordum. Bebekler bizim yanımızda tutulmuyordu. Bu nedenle annelerle bebeklerin buluşma anı görülmeye değerdi. O yıllarda New York dans dünyasında bebekli bir dansçı ile karşılaştığımı hatırlamıyorum. Bu yüzden olsa gerek ziyarete açık saatlerde akın akın arkadaşlarım geliyor, ziyaretçi kartları elden ele değişiyordu. Doğum yaptığım Bellevue Hospital, genellikle düşük gelirli insanların tedavi gördüğü bir hastane olduğu için güvenlikçiler merak içinde arkadaşlarıma “Yukarıda yatan hasta kim?” diye soruyorlarmış. Taburcu olmadan önce annelere bebeklerini nasıl yıkayacağı öğretiliyormuş. Biz Halit ile beraber gidince hemşireler Halit’e odayı terk etmesini sadece annelere öğrettiklerini söylediler. Halit onlara sakin bir tavırla “Siz bebeği evde kimin yıkayacağını nerden biliyorsunuz?” diye sordu. Belki de o hastanede ilk kez bir baba bebeğini yıkadı ve hemşirelerden tam puan aldı! Hastaneden ayrılırken bebeğimi dört saatte bir emzirmem söylenmiş, evde bizden başka en az dört arkadaşımız, bebeğin başında beklemiş tam saatinde “Wake up! Wake up!” [“Uyan! Uyan!”] diye bağırarak Çağrıcığı zorla uyandırmışlardı.  Balayı beklediğimden kısa sürdü.  Çevremizde bize yol gösterecek deneyimli bir kişinin olmaması nedeniyle hiç lohusalık yaşamayıp çok kısa zamanda 48 kiloya düşünce sütten kesildim. Hâlbuki bebeğimi emzirmeyi ne çok hayal etmiştim!


Gösterimin hemen akabinde New York Üniversitesi’nden iş teklifi almıştım. Birinci sınıf öğrencilerine repertuvar parçası yapmam isteniyordu. Bu benim için harika bir fırsattı. Kızım Çağrı ele avuca gelene kadar New York’taki yerleşik düzenimizi sürdürürken ben de eser üretme konusunda biraz daha deneyim kazanırdım. Normal koşullarda burslu öğrencilere eğitimlerini tamamladıktan sonra bir yıl kendi meslekleriyle ilgili bir işte çalışabilme olanağı veriliyordu. Ancak koşullar normal değildi. Bir yıl önce Türkiye’de 12 Eylül Darbesi yaşanmış ve burslu öğrenciler geri çağrılmaya başlanmıştı bile. Bakanlıktan gerekli izinleri alamayınca ailecek  Türkiye’ye dönmek zorunda kaldık.


E.B.: 1981 yılı sonunda yeni doğmuş bir bebekle Türkiye’ye döndüğünüzde henüz 30 yaşındaydınız. Gelecekle ilgili kaygılı mıydınız? Neleri ön görmüştünüz ?


A.T.: ABD’de modern dans üzerine eğitim görürken gelecekle ilgili hiçbir endişe duymamıştım. Zira Duygu Aykal ve Geyvan McMillen Türkiye’ye döner dönmez Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde koreograf olarak göreve başlamışlardı. Ben de mecburi hizmetimi yerine getirmek için doğal olarak öncülerimin yolundan gideceğimi düşünüyordum. NYU’da derslere başladığım sırasında bir mektup aldım. İstanbul’da gerek klasik bale gerekse modern dansın oluşması ve gelişmesinde  büyük rol oynayan Şebnem Aksan New York’taydı ve benimle buluşmak istiyordu. Okuluma yakın bir yerde buluştuk.  Çok bilgili ve görgülüydü. New York sokaklarında modern dansın diğer sanat dallarıyla olan ilişkisi üzerine uzun uzun tartışmıştık. Bu karşılaşmanın beni çok etkilediğini hatırladığım için Türkiye’ye döner dönmez Şebnem’le buluşup onun fikrini almak istemiştim. Bana büyük bir incelikle “Aydın’cığım en önemlisi senin ne istediğindir. Eğer Devlet Opera ve Balesi’nde çalışmayı arzu ediyorsan önce oralara müracaat et, olmazsa sana kapılarımız daima açık” demişti. Mecburi hizmetimin olmasına karşın önce Ankara daha sonra da İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden olumsuz yanıt gelince Şebnem Aksan’ın desteğiyle İstanbul Devlet Konservatuvarı, Bale Bölümü’nde göreve başladım. Şebnem Bale Bölümü içinde bin bir güçlükle programa aldırdığı modern dans ve yaratıcılıkla ilgili dersleri bana devretti. Öğrencilerin taze bilgilerle buluşarak yeniliklere açılmasını çok önemsiyordu. Bana gelince bu kadar büyük bir sorumluluğun altına girmeye hazır mıydım? Bu soruyu kendime sorma şansım bile olmadı.  Modern dans, doğaçlama, dans kompozisyonu ve repertuvar dersleri vermeye başladım.


İstanbul’da ise Amerika’da yaşadığım deneyimlerin aksine yaratıcılıkla ilgili derslerde kendimi iyi hissediyordum. Kalıplarımı kırmak için gösterdiğim çabalar şimdi işe yarıyor, öğrencilerin karşılaştıkları güçlüklere yapıcı çözümler üretebiliyor, dahası onların sınırlarını tatlı tatlı zorluyordum. Teknik derslerde ise egzersizleri oluştururken o egzersizin amacı, uygulayacağım yöntem ve egzersizler arasındaki bütünlük konusunda hiç net olamıyor, saatlerce hazırlık yapmak zorunda kalıyordum. Hele repertuar dersinde beklediğimden çok daha fazla zorlukla karşılaştım. New York’ta ikisi mezuniyet projesi, üç eser üretmiştim. Ama orada çalıştığım dansçılar üniversite seviyesine gelene kadar pek çok bilgi, görgü ve deneyimin süzgecinden geçmiş oluyorlardı. Benim İstanbul’daki öğrencilerim henüz lise seviyesinde bile değildi. İyi niyetli ve gayretli olmalarına karşın bedenlerine ve zihinlerine söz geçiremiyor, balenin kalıpları dışına çıkamıyorlardı. Bu durumu değiştirmenin tek yolu vazgeçmemek ve ısrarla üzerine gitmekti. Bu yaklaşım sadece öğrenciler için değil, benim için de geçerliydi. Ancak öğrenciler enerjime, tempoma, disiplinime ayak uydurmakta güçlük çekip beni Şebnem Aksan’a şikâyet ediyorlardı. Neyseki her şikâyeti heyecanlı, kararlı ve umut dolu bir söyleşiyle geri püskürtüyordum. Nihayet birkaç yıl içinde bu çabalarımın karşılığını almaya başlamıştım. Öğrencilerle aramdaki iletişim olumlu yönde gelişiyordu. Artık daha heyecanlı, daha meraklı ve denemeye açıktılar. Bana gelince İstanbul Devlet Konservatuvarı Bale bölümünde ders vermek durumunda kalmam, öğrenme ve gelişim sürecimin kesintiye uğramadan devam etmesini sağlamıştı.


E.B.: 1983-1989 yılları arasında repertuvar dersi kapsamında altı koreografi ürettiniz: 1983'te "Nereye", 1984'te "1/2=2/1", 1985'te "Gençliğe Armağan", 1986'da "Noktasız", 1987'de "Tangomania", 1989'da "Günlük". Bu çalışmaların hikayelerini sizden dinlemeyi çok isterim. 


A.T.: “Nereye” adlı parçamda New York’ta yaşarken en çok eleştirdiğim ama aynı zamanda etkisi altında kaldığım çok yönlü sanatçı Meredith Monk’un müziğini kullandım. Eser 1983 yılında Bale Bölümü’nün yıl sonu gösterisi kapsamında Atatürk Kültür Merkezi’nde sergilenecekti. Gösteriden bir hafta önce teknik provalar konusunda konuşmak üzere AKM’ye gittiğimde sahneye gösteri günü sabah 9:00’dan önce giremeyeceğimizi öğrendim. Bu mümkün olamazdı. Bizim AKM’de yapacağımız gösteri iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde bale parçaları ikinci bölümde ise “Nereye” sergilenecekti. Yıldız Üniversitesi yanında yer alan okulumuzun çalışma koşulları hiç kolay değildi. Bale Bölümü’ne ait tek salonda önce bale ile ilgili dersler yapılıyor geri kalan zamanda modern teknik, doğaçlama, repertuvar gibi derslere yer veriliyordu. Salon o kadar küçüktü ki, prova yaparken bazen parçanın bütününü görebilmek için pencerenin içinde dikilmek zorunda kalıyordum. Bu koşullarda çalışan öğrenciler nasıl AKM’nin dev sahnesine sabah saat 9:00‘dan sonra girip ışıkları ayarlayıp, parçaları sahneye yerleştirip akşam da gösteriye çıkarlardı? Üstelik ışıklar takılırken güvenlik nedeniyle kimse sahneye alınmıyordu. Günlerce gözüme uyku girmedi. Gösteriden iki gün önce bir ışık planı yapıp ışıkçıya vermeye karar verdim. Ama ışık planını yapabilecek yeterli bilgiye sahip değildim. Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan mezun olup Devlet Balesi’ne katıldığım dönemde ışık provaları benim için en sıkıcı süreçlerdi. Işık odasında yaşananlar doğal olarak dansçılara yansımazdı. Bizim görevimiz söylenen yerde çoğunlukla hareketsiz beklemekti. Amerika’ya ilk gittiğim yıl SUNY College at Purchase’da ışıkla ilgili eğitim alma olanağım olmasına rağmen önceliğim olmadığı için bu kursu seçmemiştim. Nasıl olsa döndüğümde Devlet Opera ve Balesi’ne girecektim ve ışıklarımı kurumun ışıkçıları yapacaktı. Sonra kendime olan kızgınlığımı ve çaresizliğimi bir kenara bırakıp ışıkçıyla görüşmeye gittim. İlk bölümün ışıkları problem değildi. “Nereye” içinde elimden geldiğince isteklerimi ilettim. Gösteri günü ışıklarla beraber akış alıp alamadığımızı hatırlamıyorum. Gösteri bittiğinde alışılmış alkışlardan sonra kimse yanıma gelip olumlu veya olumsuz bir tek kelime söylemedi. Kostümleri toparlayıp AKM’den dışarı çıktığımdaysa sanatçıların çıktığı kapının önünde Yıldız Alpar tek başına dikilmiş tebrik etmek için beni bekliyordu.


Bu gösteriden sonra bir düet üzerinde çalışmaya başladım. Kullanmak istediğim müzik konusunda nettim. New York’ta Avusturyalı besteci Klaus Ager’in kendi işleriyle ilgili bir sunumunu dinlemiş dışarı çıkar çıkmaz kendimi onun plağını satın alırken bulmuştum. Üzerinde çalışmak istediğim bir başka konu ise kostümdü. “Nereye”de başka şeylerle mücadele etmekten kostümle ilgilenememiş öğrencilerin gündelik kıyafetlerinden yaralanmıştım ve bu benim için bir eksi puandı. Konservatuvar’da bale öğrencilerine resim dersi veren Gün İrk bu konuda bana destek vererek harika bir iş çıkarttı. Ondan istediğim iki dansçıyı birbirine ekleyen ama istediğimde ayrılabilen esnek bir bağlantıydı. Beraberce Nişantaşı’nda bale kıyafetleri yapan Fuat Hayat’ın dükkanına gittik. Fuat Hayat asık yüzlü, müşterilerileri azarlamaya hazır, huysuz bir adamdı. Gün, tatlı yumuşacık bir ses tonuyla “Fuat Beycim size zahmet olacak ama paçaları biraz kısaltıp uçlarına esnek lastik koyarsak problemimizi çözeriz diye düşünüyorum, ne dersiniz?” diye sorduğunda Fuat Bey yumuşar ve biz orada beklerken istediğimizi yaptırırdı. Klasik bale hareketlerinden yararlandığım için bu çalışmada dansçılar daha az zorlansalar da bedenler arasında kullandığım malzeme, çözülmesi gereken bir problem olarak geceleri uykularıma giriyordu. Belli bir noktadan sonra parçanın üzerindeki kontrolümü kaybetmeye başladım ve iş kendi istediği şekilde sonlandı. Oyunun adını o sırada okuduğum Özdemir Asaf’ın bir şiirinden esinlenerek “1/2=2/1” koydum. Bu arada okul gösterileriyle ilgili bir konu kafamı kurcalamaya başlamıştı. Öğrencilerimiz sene sonunda verilen bir veya iki gösteriyle nasıl sanatçı olacaklardı? Benim öğrenciliğim döneminde Ankara Devlet Konservatuvarı’nda neredeyse her hafta gösteri yapardık. Çünkü kendimize ait küçükte olsa bir sahnemiz vardı. Bu çocuklar seyirci ile daha çok buluşmalıydılar. Boş zamanlarımda mekân aramaya başladım. O sırada Taksim’de Sıraselviler Caddesi’nin girişinde Vakkorama açılmıştı ve içinde “1/2=2/1” in sergilenebileceği büyüklükte bir alan vardı. Yetkili kişilerden gerekli onayı aldıktan sonra müjdeli haberi vermek üzere dansçılarla buluştum ama haberden pek mutlu olmuş görünmüyorlardı. Bu hiç beklemediğim bir tepkiydi. Ertesi gün bana Devlet Opera ve Balesi’nin sahneleri dışında gösteri yapamayacaklarını açıkladılar. Ben de onlara parçayı okul repertuvarına sokmayacağımı zira kendilerinin bu işi sergileyebilecek olgunluğa henüz ulaşmamış olduklarını söyledikten sonra, bir işin değerini, sergilendiği mekân değil, o işin içeriği, formu ve izleyicilerle olan etkileşimi belirleyebilir diyerek oradan uzaklaştım. Ertesi gün müdürün odasına çağırıldım. Konuşmamız kısa sürdü. Öğrencilere söylediğim gerekçemi hiç değiştirmeden Müdür’e de ilettim. Daha sonraki yıllarda “1/2=2/1” Serap Meriç ve Işıl Kaner ile yeniden sahneye kondu. Ayrıca Türkuaz Modern Dans Topluluğu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin repertuvarlarında yer aldı.


Görsel: 1/2=2/1, Aydın Teker Arşivi.
Görsel: 1/2=2/1, Aydın Teker Arşivi.

“1/2=2/1”in o yıl seyirciyle buluşamamış olmasına karşın Gün İrk’le çalışmak bana çok iyi gelmişti. Becerikli olmasının yanı sıra alçak gönüllü ve paylaşımcıydı. Bana destek olabileceklerini düşünerek, beni Bezden firmasının kurucu ortakları Yılmaz Zenger ve Güler Umur’la tanıştırdı. Güler aynı zamanda Teşvikiye, İstasyon Sanat Evi Moda Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisiydi.


1985 yılında yakıt sıkıntısı nedeniyle eğitime ara verilmişti. Ben ve öğrenciler bu arayı fırsat bilip eldivenler, bereler ve atkılarla yirmi gün aralıksız çalışıp bir parçanın iskeletini ortaya çıkarttık. Bir önceki yaz Ayvalık’ta günlerimi Chick Corea ve Herbie Hancook’un müziklerini dinleyerek geçirmiştim. Yeni çalışma için hiç düşünmeden onların beraber çaldığı bir müziği seçtim. Derse katılan öğrencilerin sayısı birdenbire artmaya başlamış on üç kişiye ulaşmıştı. Daha önce hiç bu kadar kalabalık bir grupla iş yapmamıştım. Ama grubu ikiye bölüp birinci ve ikinci kast yapmaya gönlüm el vermiyordu. Bu bir bale yöntemiydi ve daima en iyiler birinci kast olur diğerleri kenarda çalışırlar ve daha az prova yapma şansı yakalarlardı. öğrenciler arasında hiçbir ayrım yapmadan eşit koşullarda çalışmaya karar verdim. Önceliğim modern dansı onlara tanıtmak ve sevdirmekti. Sadece modern teknik dersi yaparak onu sevemezlerdi. Mutlaka modern koreografilerde dans etmeliydiler. Bunun sonuçları çok olumlu oldu. Hepsi işi sahipleniyor, yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Kullandığımız müzik, güzel olması dışında bale adımlarına çok yakışıyor ve koreografinin tarzını belirliyordu. Ancak çalıştığımız mekânın küçüklüğü nedeniyle bazı bölümlerin işleyip işlemeyeceği konusunda emin değildim. Mutlaka büyük bir mekânda prova yapıp endişelerimi gidermeli ve parçayı bu haliyle videoya çekmeliydim. Kısa bir süre önce Türkiye’nin en önemli karikatüristlerinden Oğuz Aral’la tanışmıştım, mekânla ilgili problemimi anlattım. Biraz düşündükten sonra bir spor salonunun işime yarayıp yaramayacağını sordu. Bir hafta sonra şu anda adını hatırlamadığım bir spor salonunda, mekânı köşelere koyduğumuz sandalyelerin yardımıyla, ihtiyacımız kadar sınırladıktan sonra prova yaptık. Yılmaz Zenger çalışmayı videoya kaydederken Güler Umur’da kostümlerini tasarlamak için notlar alıyordu. Öğrencilerim bu parçada hem düşünsel hem de fiziksel açıdan o kadar büyük yol katettiler ki parçayı onlara armağan ettim. “Gençliğe Armağan” 1985 yılında Uluslararası Gençlik Festivali kapsamında Venüs Tiyatrosu’nda sergilendi.


E.B.: Tüm olumsuzluklara rağmen çözümler yaratarak, dayanışma ilişkileri kurarak ilerliyorsunuz ve sıra “Noktasız”a geliyor. “Noktasız” fikri nereden doğdu?


A.T.: “Noktasız” 1986’da Kalkan’da deniz kenarından topladığım yuvarlak taşlarla bir iş yapma fikrinden doğdu. Her yaptığım projede heyecanım biraz daha artıyor, değişik sanatçıları işe dahil etmeye çalışıyordum. İstanbul’a döner dönmez ritmik hocası Fevziye İnal’a projemden söz ettim ve ritim konusunda bana destek verip veremiyeceğini sordum. Güler Umur bu çalışmada da kostümlerimi yapmayı kabul etti. Parça Akdeniz sahillerinden topladığım taşların ahşap tahtaya ve birbirlerine çarpması sonucu oluşturulan ritim eşliğinde gerçekleşen bir doğum sahnesiyle başlıyordu. Öğrencilerin kostümleri, Güler’in tasarladığı belli bölgeleri deforme edilmiş body taytlar İstanbul Radyo Evi’nin biraz ilerisindeki Bezden firmasına ait atölyede dikiliyor, ihtiyaca göre Yılmaz beyin fiberglas malzemeyle mobilya ürettiği fabrikasına gidilip üzerlerine boya püskürtülüyordu. İlk kostümlü provamıza Oğuz Aral geldi ve kostümlerin içinde çocukların Miki Fare’ye benzediklerini söyledi. Sorun kostümün başı kaplayan kısmındaydı. Üstelik günlerden cumartesiydi ve kostümlerin pazartesi gününe yetişmesi gerekiyordu. Panik halinde Güler’i aradım ve durumu anlattım. Günün geri kalan zamanını kendi kendimle hesaplaşarak geçirdim. Kendimi çok amatör ve özensiz hissediyordum. Pazar sabahı dikim atölyesine gittiğimde, tatil günü atölyeye çağrılmış eleman, Güler ve Yılmaz Bey beni bekliyorlardı. Yılmaz Bey kızgın bir şekilde söze başladı. Nasıl olmuştu da bu problemi daha önce fark edememiş son güne kadar beklemiştim? Bir anda ağzımdan “Yılmaz bey ne deseniz haklısınız. Çok utanıyorum, özür dilerim.” sözleri döküldü. O anda Yılmaz Bey sanki erimeye başladı ve öfkenin ardındaki sevgi, şefkat ve hoşgörü tüm atölyeyi kapladı. Güler kostümlerin yanı sıra sahnenin arka planında kumaştan yapılmış, dansçılar tarafından kullanılabilir bir dekor tasarlamıştı. Şimdi düşündüğümde sahne koşullarımızda henüz olumlu bir gelişme olmamasına karşın nasıl projeye bir de dekor ilave etmek cesaretini gösterebildiğime hala şaşıyorum. Salonda o dekoru asıp dansçılarla prova yapma olanağım olmadığı için iş, sahnede denemeye kalıyordu. Her gösteride ışık odasında hazır olup oyunun Que larını teknisyene ben söylüyordum.


E.B.: “Noktasız” izleyici tarafından nasıl karşılandı?


A.T.: Noktasız ilk gösteriden itibaren ilgiyi üzerinde toplamaya başlamıştı. Özel bir okulun sahnesinde gerçekleştireceğimiz gösterinin birinci bölümünde, bale parçalarının provası yapılırken salondaki küçük çocuklar sıralarda yüksek sesle konuşuyor etrafta koşuşturuyorlardı. “Noktasız” provası başladığında ortalık tam bir sessizliğe büründü. Çocuklar gözlerini ayırmadan tüm provayı izlediler.  “Noktasızda” ne görmüşlerdi ki bu kadar ilgilerini çekmişti? “Noktasız” Türkiye’de çeşitli sahnelerde ve Aberdeen Gençlik Festivali’nde sergilendi, Türkuaz Modern Dans Topluluğu’nun da repertuvarında yer aldı.


Görsel: Noktasız, Aydın Teker Arşivi.
Görsel: Noktasız, Aydın Teker Arşivi.

E.B.: O dönem çalışma ve yaşama koşullarınız nasıldı? Çağrı ile bu süreci nasıl paylaştınız?


A.T.: Bu dönemde kızım Çağrı’nın yuvası kapanınca, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin çocuk yuvası Çağrı’yı kabul etti. Her sabah yağmur, çamur demeden yollara dökülüyor, önce Çağrı’yı yuvaya bırakıp sonra derse yetişiyordum. Yuva saat 17:00’de kapanıyor, benim çalışmalarım çoğu zaman saat 19:00’a kadar devam ediyordu. Böyle durumlarda yuvaya telefon edip Çağrı’yı alacak öğrencinin ismini bildiriyordum, Çağrı geri kalan zamanı bizimle geçiriyordu. O sıralarda “Noktasız” provaları devam ediyor ve parçanın bir bölümünde kullanacağım sekize on iki metre civarında bir kumaşla çalışıyordum. Kumaşın her havalandığında dansçılar altından geçiyor veya onunla farklı şekiller oluşturuyorlardı. Yıllar sonra dansçılar çok yorulduklarında kumaş bölümünde nasıl Çağrı’yı salonun ortasına salıp provayı durdurduklarını anlatmışlar ve çok gülmüştük. Yuvada her gün bir anne gönüllü olarak eğitmenlere destek oluyor, çocuklarla ilgileniyordu. Benim derslerimi bırakıp bir günümü orada geçirme lüksüm yoktu. Çağrı’yı kırmamak için bir gün gidip çocuklara yaratıcı, atölye vermeye karar verdim. Atölye harika geçiyor çocuklar çok eğleniyordu. Çağrı ise mutsuz bir şekilde oyunu protesto ederek dizimin dibinden ayrılmıyordu. Aslında onun istediği beni arkadaşlarıyla paylaşmak yerine, diğer anneler gibi bütün gün orada kendisiyle beraber olmamdı. Okuldaki derslerin sorumluluğu ve yaptığım işe inancım benim bütün vaktimi ve enerjimi alıyor kızıma fazla bir şey kalmıyordu. Yeni mezun bir kişinin aynı anda modern teknik, dans kompozisyonu, doğaçlama ve repertuvar dersi vermesi üstelik zorda kaldığında bu derslerle ilgili danışabileceği destek alabileceği kimsenin olmaması benim şanssızlığımdı. Saatlerce çalışıp eve geldikten sonra bile çocuğumla yeterince vakit geçiremiyor ertesi gün derste çözmem gereken problemler kafamı meşgul ediyordu. Bir gün Çağrı’yla beraber oyun oynarken koluma yapışıp benimle değilsin dediğinde henüz çok küçüktü.


E.B.: Türkiye’ye döndüğünüzden beri tüm enerjinizi öğrencilere verdiniz ve ardından 1987’de Amerikan Dans Festivali’ne davet edildiniz. O süreci nasıl değerlendirdiniz?


A.T.: 1987 yılında Amerikan Dans Festivali’ne Uluslararası Gözlemci Koreograf olarak davet edildim. Türkiye’ye döndüğümden beri öğrencilere beş repertuvar parçası yapmıştım. Harikalar yaratmadığımın farkındaydım. Ürettiğim işler doğal olarak öğrencilerimin gelişimiyle paralellik gösteriyordu. Her şeye rağmen bu benim kendimi sınamam için büyük bir fırsattı. Dünya’nın farklı yerlerinden gelmiş 20’nin üzerinde koreografla altı hafta birlikte vakit geçirmek, teknik derslere girmek, her akşam izlediğimiz performanslar üzerine tartışmalar yapmak tam arayıp da bulamadığım şeylerdi. Festivalin ilk günü teknik derslere katılacak öğrencilerin seviyelerini belirlemek için dersler yapılıyor ve eğitmenler her kişi hakkında seviye belirliyordu. Merce Cunningham’ın eski dansçısı koreograf Viola Farber beni çok beğendi ve ileri seviyeye koydu. Viola o yıllarda Fransa’nın en gözde eğitmenlerinden biriydi. Onun dersini almak istiyor ancak çok karmaşık olan kombinasyonlarını öğrenememekten korkuyordum. Kendisine bir alt seviyedeki dersini alıp alamayacağımı sordum. Cevabı sert bir ses tonuyla “hayır” oldu. Tam üç gün derslerini dışardan izleyerek kombinasyonları ezberlemeye çalıştım. Dördüncü gün derslere girmeye başladım ve her geçen gün dersin karmaşık kombinasyonlarına bendenimin ve zihnimin daha çabuk adapte olduğunu fark ettim. Bir süre sonra Viola ile oturup sohbet eder hale gelmiştik. Ona teknik ders verirken yaşadığım zorluklardan söz ediyor, onun deneyimlerinden yararlanmaya çalışıyordum. Bir gün festivalin başkanı Charles Reihart’ın odasına gidip yanımda koreografilerimin kasetini getirdiğimi ve beslenebilmek için işlerimle ilgili eleştiri alma ihtiyacında olduğumu söyledim. Bir anda bana sıkı sıkı sarıldı ve “Aferin sana!”dedi. İki gün sonra Amerika’nın en iyi dans kritikleri, koreograflar, teknik ders veren eğitmenler işlerimi izlemek üzere toplandılar. Onlardan bana karşı nazik davranmamalarını tüm eleştirilerini acımasızca yapmalarını rica ettim. İşlerin estetik olarak herkese hitap etmeyebileceğini ama içinde büyük bir emek ve bütünlük taşıdığı konusunda hemfikir oldular. Başkası neden Chick Corea, Philip Glass ve Meredith Monk’un müziklerini kullandığımı sordu. Bu müzikleri kendi arşivimden seçtiğimi söyledim ve o anda kıpkırmızı kesildim. Müzik seçimlerimde ne kadar kolaya kaçmıştım!


Amerikan Dans Festivali’nde beni çok etkileyen bir olay da Duygu Aykal’la olan telefon konuşmalarımdı. Duygu’yla olan yakın ilişkim kesintisiz bir şekilde devam ederken hastalık haberini almıştım. Sanırım bu haberden kısa bir süre sonra modern sahne tasarımlarıyla tanınan Metin Deniz, Duygu ve ben biraraya gelmiş, sohbet ederken Duygu “Aydın’ı sana emanet ediyorum, ona sahip çık” demişti. Son zamanlarda hastalığı ilerlemiş tedavi için eşi Gürel Aykal’la Teksas’a yerleşmişlerdi. Her gün ona telefon ediyor, yaptığım dersler ve gördüğüm eserleri detaylı bir şekilde anlatıyordum. O ise “Göreceksin yakında ben de sana harika haberler vereceğim” diyordu. Duygu’nun geri dönüşü olmayan bir yola girdiğinin farkındaydım ancak duygusal açıdan bunu kabul edemiyordum.


E.B.: Sık sık andığınız isimlerden biri de Şebnem Aksan. Onun hayatınızdaki rolü, yeri dedir?


A.T.: Eğer Şebnem Aksan bana inanıp güvenmese bu süreç içinde yaptıklarımın yarısını bile başaramazdım. Öngörüleri, cesareti, bilgi ve görgüsü ile Türkiye’de bale ve dans sanatının gelişmesine çok önemli katkılar sağlayan bir insan olduğunu düşünüyorum. Konservatuvar’da ders vermeye başladığımda en dikkatimi çeken şey, Şebnem’in sınıfında öğrencilerin kendilerini mutsuz hissetmemeleri, düşüncelerini rahatça ifade edebilmeleriydi. Derslerdeki pedagojik yaklaşımı beni çok etkilemişti. Onun için istisnasız bütün öğrencileri insan olarak çok değerliydi. Hiç ayrım yapmadan hepsiyle gönülden ilgileniyor, bir öğrencinin sorunu olduğunda bütün işini gücünü bırakıp o sorunu çözmek için elinden geleni yapıyordu. Ancak disiplinden fazla hoşlanmıyor bazen kendi koyduğu kuralları kendi bozuyordu. Belki de bu özelliği yeniliklere açık olmasını sağlıyordu. Şebnem’in doğal organizasyon yetisi sayesinde 1987 yılında Aberdeen Gençlik Festivali’ne davet edildik.


E.B.: Yanılmıyorsam aynı yıl Konservatuvar Yıldız Teknik Üniversitesi yanındaki binadan taşınarak Akaretler Caddesi’nin tam karşısındaki eski Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi’nin binalarına geçti. Bu durum sizi nasıl etkiledi?


A.T.: Aslında bu harika bir haberdi. Taşınacağımız yer, ortasında avlusu bulunan birbirinden ayrı dört farklı binadan oluşuyordu. Binalardan birisi tamamen bize ayrılmıştı. İki katlı binada ikisi büyükçe ikisi küçük dört salon vardı. Üst katındaki salonu büyütmek için koridordan feragat ettik. Ne yazık ki yeni binaların inşaatı tamamlanmadan eski binayı boşaltmamız istenince eğitim tekrar yarıda kesildi. Halbuki Aberdeen Gençlik Festivali’ne hazırlanmamız gerekiyordu. Şebnem yine devreye girerek yeni taşınacağımız binanın hemen yanında yer alan Resim Heykel Müzesi’ndeki bir odada çalışmamızı sağladı.


Yeni parçam “Tangomania” da kullandığım müzik NYU’daki elektronik müzik hocam Sergio Cervetti’ye aitti. Ben Türkiye’ye dönerken, ilerde bu müzikle bir iş yapmam umuduyla hediye etmişti. Parçanın ilk bölümü tango ritmindeydi. Benim o güne kadar tango ile uzaktan yakından hiç bir alakam olmamasına karşın içimden gelen bir ses “ne önemi var, zaten bu senin tangon olmalı” diyordu. İçimdeki sesin peşinden gitmeye karalıydım. İlk bölüm beklenmedik bir şekilde çabucak ortaya çıktı. Adımlar, mekân kullanımı, gruplar arası ilişkiler o kadar netti ki normal boyutlarda bir mekâna geçince koreografi işlemedi ve sorunu çözmek haftalarımı aldı. Büyük mekân için daha fazla adım kullanmam gerekince ilişkiler bozuluyor, müzik eksik kalıyor ve ben ısrarla, pek beğenerek yaptığım eski ilişkileri elde etmek için çırpınıyordum. Sonunda inadım ve mekânın koşullarını bir noktada buluşturmayı başardım. İkinci bölüm benim için bir geçişti. İlk bölümdeki şatafatlı ve çoşkulu anlatım yerini bir kadın ve erkek arasında gerçekleşen yalın, hassas ve sessiz bir iletişime bırakırken, parça bu iletişimin gruba yansımasıyla son buldu. Kostümler önce Şehir Tiyatrosu’nda kostüm tasarımcısı olan daha sonra televizyon ve film dünyasında art direktör olarak çalışan Zepür Hanımyan tarafından tasarlandı. “Tangomania” ilk kez 1987 yılında Aberdeen Gençlik Festivali’nde sergilendi. Daha sonra Türkuaz Modern Dans Topluluğu ve Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin repertuvarlarında yer aldı.


Görsel: Tangomania, Aydın Teker Arşivi.
Görsel: Tangomania, Aydın Teker Arşivi.

E.B.: Bu arada Konservatuvar ve öğrencilerle ilişkinizde neler yaşanıyordu?


A.T.: 1988 yılında bale birinci sınıf öğrencileri için yaratıcılıklarının ortaya çıkmasını destekleyecek bir ders önerdim, kabul edildi. İlk derse girerken heyecandan kalbim çarpıyordu. Birinci sınıftaki öğrenciler inanılmaz saf, denemeye açık, yargılardan ve kalıplardan uzaklardı. Derslerde önce beden ve beden parçalarının hareketlerini keşfettiler. Sonra bu hareketleri zaman, mekân ve değişik enerjilerle tanıştırdılar. Yıl sonunda bu bilgi ve deneyimlerden yararlanarak ortaya çıkardıkları minik koreografileri gerçekten görülmeye değerdi.


Son yıllarda öğrencilerin modern dansa karşı ilgilerinin artması, bölüm içindeki bazı bale eğitmenlerini rahatsız etmeye başlamıştı. İlk tepki birinci sınıf öğrencilerine verdiğim yaratıcılıklarını geliştirmekle ilgili dersten sonra geldi. Toplantıda “biz çocukları belli bir kalıbın içine sokmaya çalışırken sen onları bozuyorsun” şeklinde gelen itirazdan sonra bu ders müfredattan kaldırıldı. Yeni binamıza taşınmış, daha iyi çalışma koşullarına kavuşmuştuk ancak varlığının ne kadar değerli olduğunu o zaman fark ettiğim huzur yerini huzursuzluğa bırakmıştı. Evet öğrenciler her gün moderne daha fazla ilgi duyuyorlardı ancak bu baleden uzaklaştıkları anlamına gelmiyordu. Sonuçta hepsinin gideceği yer Devlet Opera ve Baleleri’ydi. Nitekim öyle de oldu. Bahar Vidinlioğlu ve Serap Meriç gibi bazı öğrenciler mezun olduktan sonra hem İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde solist olarak dans ettiler hem de 90’larda kurulan Türkuaz Modern Dans Topluluğu ve benimle de çalışmaya devam ettiler.


1989 yılında yeni bir koreografiye başladım. Bu kez bir besteciyle çalışmak istiyordum. Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan arkadaşım kemancı Nejat Başeğmezler okul yıllarından başlayarak beste yapmaya başlamıştı. Yeni parçam için müzik yapmayı kabul etti. Metin Deniz ise Duygu’nun emanetine sahip çıktı ve beraber çalışma olanağı bulduk. Kumaşlarımızı Aykut Hamzagil’in Dolapdere’deki atölyedeki dev kazanlarda boyadık. Daha sonra da bu bezlerden oluşturduğumuz kalın iplerle gösteri alanının içinde hareketli yeni alanlar oluşturduk. Bu parçada 18 öğrenci yer aldı. Ne yazık ki, bölüm içindeki gerginlikler çalışma koşullarımızı etkiliyor, provaları neredeyse gizli bir şekilde yürütmek durumunda kalıyorduk. “Günlük” 27 Mayıs 1989’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda sergilendi.


Bir süre sonra Şebnem Aksan bölüm başkanlığından alınırken benim de öğrencilere koreografi yapmam yasaklandı. Gerekçe “Öğrencileri kullanarak meşhur olmak” idi!  Böylece yaratım sürecimde bir dönem kapanırken önümde yeni ufuklar açılmaya devam etti.











SAHA Yazı Dizisi kapsamında desteklenmiştir /

Supported by SAHA Art Writing

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page