top of page

Aydın Teker: Bir Derenin Hikayesi - 2

  • Yazarın fotoğrafı: Ezgi Bakçay
    Ezgi Bakçay
  • 30 Tem
  • 29 dakikada okunur

Bazı hayatlar isimler ve şehirlerle, bazıları sıfatlarla ve ünlemlerle anılır. Aydın Teker’inki gibi bir ömür ise ancak fiillerle dile gelebilir: Koşmak, okumak, dinlemek, dokunmak, sormak, çekmek, itmek, germek, düşmek, kalkmak, aramak, açmak, akmak, inat etmek, ısrar etmek ve her ne koşulda olursa olsun dans etmek.


Aydın Teker’den hayatını dinlerken sadece modern dansta değil genel olarak sanatta,  sadece eğitimde değil günün her anında, sadece harekette değil düşüncede, duyguda ve mizaçta koreografinin ne olduğunu düşünüyorum. Hayatta ve sahnede muazzam güçlüklere rağmen, zarif ve zinde doğaçlama yeteneği ve tavizsiz tekniğiyle zamana ve mekana yerleşen aklın ve bedenin seyrine dalıyorum.


Gelin biz buna “nehir söyleşi” demeyelim. Çünkü Aydın Teker’le yaptığımız ve iki yıla yakın bir sürede tamamlanan bu söyleşinin anlatıcısı bana daha çok bir dereyi hatırlatıyor. Anarşist coğrafyacı Elissée Reclus “bir derenin hikayesi”nin yatağında rahatça akan nehirden neden daha heyecanlı, tutkulu ve ilham verici olduğunu anlatır. Seyrinin öngörülemezliğinde ve akışın şimdisinde dere kendi yolunu açar. Kıvrılır, esner, sıçrar, süzülür, köpürür. Çatlattığı kayalarla, sızdığı geçitlerle, açtığı yataklarla, beslediği tohumlarla, yeşillendirdiği topraklarla hikayesini yazar. Bizim söyleşimiz bu canlı akış ve yarattığı topografya üzerine. İlk bölümünü bu yılın Ocak ayında paylaştığımız söyleşimizin ikinci bölümünü siz okurlarımıza sunmaktan mutluluk duyuyorum. 



Aulos 2 - Aydın Teker Arşivi
Aulos 2 - Aydın Teker Arşivi

A.T.: 1990’ların başında Şebnem Aksan’ı bölüm başkanlığından aldılar, benim de öğrencilerle çalışmamı yasakladılar. Çünkü onları kullanarak meşhur olduğum düşünüldü. Bu arada, Duygu Aykal vefat etti. Duygu’nun ölüm yıldönümünde Metin Deniz’le beraber Duygu’nun anısına öğrencilere yaptığımız “Günlük” adlı işimi Ankara’da sergilememize izin verilmedi.  Zor bir dönemdi. Kendimi çok mutsuz hissettiğim bir gün Amerikan Kültür’e gittim. Münir Nurettin Selçuk’un kızı Meral Selçuk’u tanıyordum. Ona “Ben ölüyorum, bana bir şey yapmanız lazım!” dedim. Meral Selçuk’ta yüksek sesle ofiste çalışanlara "Aydın ölüyormuş, Aydın’a ne yapabiliriz?" diye seslendi. Düşündüler taşındılar en sonunda “Sen Fulbright’a müracaat et.” dediler. Hemen Fulbright Ofisine  gittim ve durumumu anlattım. Sekiz ay kadar uğraştıktan sonra bir araştırma bursu kazandım ve  kızım Çağrı’yla beraber 1993 yılında tekrar New York'a gitmem hayatımda yeni bir dönüm noktası oldu. Yine NYU’daydım ama aradan geçen on yılda somatik çalışmalar üzerinde önemli gelişmeler olmuş  Cunningham ve Graham gibi teknikler yerini release tekniğe bırakmış, dans eğitmenlerinin çoğu değişmişti. Bir yandan son gelişmeleri yakından takip ederken bir yandan da Misafir Sanatçı olarak öğrencilere koreografi yapıyordum. Ayrıca Türkiye’de yasaklar nedeniyle mekâna iş yapmaya başladığım için New York’ta da mekân aramaya başlamıştım. 


E.B.: Yasaklar nedeniyle mekâna iş yapmaya başladım cümlesini biraz açabilir misiniz?


A.T.: Tabii. Aslında fark ettim ki ben artık okulla, okulun koşulları ve olanaklarıyla bir şey yapamayacağım. Öğrenciye koreografi yapmam engelleniyor. O nedenle Manastır’da, eski adıyla İstanbul Sanat Merkezi, bir oda kiraladım. Kafamda durmadan “Nasıl gelişebilirim?” sorusu tekrarlanıyordu. Sonra şöyle bir proje üretmeye karar verdim: bir solo yapacağım. O solo aynı gün arka arkaya iki kez tekrarlanacak. İki ayrı mekânda, iki ayrı müzikle, iki ayrı kostümle tekrarlanacak. Hareketin özü kalacak ama yönü, seviyesi ve kalitesi değişecek. Okuldan herhangi bir öğrenci ile çalışamayacağım için Şehir Tiyatrosu’nda çalışan eski öğrencim Ebru Anıt Ahunbay’a sordum ve olumlu cevap aldım. Manastır soğuk bir yer… Ağzımızdan dumanlar çıkıyor! Pencerelere naylonlar yapıştırdık ve soloyu çalışmaya başladık. Bir kuralım daha var: o gösteri sadece bir kez yapılacak ve tekrarı olmayacak. Sonra yeni yerlerde proje baştan çalışılacak. Kendi kendime “Her ay bir iş yaparım” diyordum. Hiç öyle olmadı. 1991 yılında “Aulos I”in ilk bölümünde Ebru, Mimar Sinan’daki Osman Hamdi Salonu’nda, ikinci bölümünde tamamı camekân olan yemekhanenin içinde dans etti. İzleyiciler ise akvaryum gibi dışarıdan izledi. Osman Hamdi salonu’nda Alfredo Casella’nın flüt solosu Gülay Yetiz tarafından gerçekleşti. Öbür tarafta da Semih Fırıncıoğlu' ve  New York’ta Time and Space Limited grubunun  müziğini kullandım. Kostüm ise Zepür Hanımyan tarafından yapıldı.


E.B.: Tam o dönemde müzisyenler, bu teknik destek, dansçılar, ressamlar... Bu ekipler bir arada çalışıyor muydu? Böyle bir ortamınız var mıydı? Kolektif bir ortam var mıydı?


A.T.: Ben onu oluşturmaya çalışıyordum. 


E.B.: Çünkü çok boyutlu bir işten bahsediyorsunuz.


A.T.: Evet! Düşüncem oydu. Çünkü çok sanatçı arkadaşım vardı. Birine afişini yaptırıyorum. Öbüründen müzik istiyorum. O konuda çok destek görüyordum. Bu sanatçılara para ödeyemiyordum ama kostümler için kumaş, aksesuar, terzi, afiş vs. her zaman kendi cebimden çıkıyordu. Bir gün kızım Çağrı ile okulun gösterisini izliyorduk. Bir anda “Benim elbisem!” dedi. Çağrı’nın elbiselerini kostüm olarak öğrencilere götürmek zorunda kalmıştım! Böyle şeyler yaşanıyor, bütün olanaksızlıklara rağmen birçok şey var ediliyordu.


1992’de “Aulos II” Uluslararası Tiyatro Enstitüsü 24. Dünya Kongresi’ne denk geldi. Bu sayede Yıldız Sarayı Silahhane ve Hasbahçe’yi kullanabildim. O sırada Devlet Opera ve Balesi’nin baş dansçılarından Oktay Keresteci, cezalı olması nedeniyle benimle çalışmaya başladı. Ayrıca aynı dönemde İstanbul’da yaşayan Amerikalı Saksafoncu Richard Hammer da Silahhane’de gerçekleşecek birinci bölüme katılınca “Aulos II” daha başından çok farklı bir boyuta geçti. Silahhane uzun ve geniş bir koridordu. İzleyiciler üst kattan izliyorlardı. Koridorun bir tarafında Oktay ile Ebru yavaşça ilerliyor, Richard da saksafonla doğaçlama  yaparak koridorun diğer ucundan onlara doğru ilerliyordu. Sadece o yürüyüş bile çok etkileyiciydi. Bu bölümün kostümünü Ayşegül Alev ikinci bölümün kostümünü ise Zepür Hanımyan yaptı. Oktay Hasbahçe’de bir solo yapacaktı. O gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Ben çaresizce hem ağlıyor hem de yerde biriken suları yok etmeye çalışıyordum. Birden bire süpürgeyi fırlattım, “Yağmurda oynanacak!” dedim. İkinci bölümde Oktay Hasbahçe’de, yağmur altında beyazlar giymiş ağzından dumanlar çıkarken ve her hareketinde sular etrafa saçılırken soloyu tamamladı. Yağmurun varlığı “Aulos II”yi özel bir yere taşıdı. Müthiş bir gösteri oldu. İzleyiciler arasında Amerikan Dans Festivali yöneticisi Charles Reinhart da vardı ve gösteriden çok etkilenmiş görünüyordu. Birkaç yıl sonra Amerikan Dans Festivali öğrencilerine koreografi yapmak üzere davet edildim. 


1993’te “Aulos III”ü gerçekleştirdim, Ben bu dönemde artık gittiğim her mekâna “Burada iş yapabilir miyim?” diye bakıyordum. Ayasofya’nın arkasında bir hurda mezarlığı buldum. Bir de Yerebatan Sarnıcı’nı kullanmaya karar verdim. Şansıma şair Hilmi Yavuz tarihi yarımadada belediyenin kültür ve sanat danışmanıydı. İzin alma konusunda bana destek oldu. Sarnıcın suyu çok kirliydi ve daha önce suyun içinde bir proje gerçekleşmemişti. Bu nedenle dansçılarımı riske atmak yerine kendim denemeye karar verdim ve Yerebatan Sarnıcı’na ilk kez bir pazar günü önce dalgıç elbisesiyle, kendimi güvende hissettiğim zaman da normal mayoyla girdim. Mekânlar çok sıradışıydı ve gösteride daha çok dansçıya ihtiyaç vardı. Sarnıçta ben de dans etmek durumunda kaldım. İlginç bir şekilde Devlet Opera ve Balesi baş dansçılarından Sibel Sürel’de ceza alınca projeye katıldı. 


E.B.: Bütün cezalılar toplanmışsınız!


A.T.: Evet. Birinci bölümde Devlet Opera ve Balesi dekoratörlerinden Selçuk Tollu hurda mezarlığında bulduğu malzemelerden yararlanarak mekânı yeniden dizayn etti. Kuru bir ağacı pırıl pırıl beyaza boyayarak havaya astı. Bir kaydırak merdivenini ağaca dayadık. Paslı bir arabanın köşesini yaldızla boyadık. Ayşegül Alev çok sıradışı kostümler ortaya çıkardı. Bütün masrafları MSGSÜ’den aldığım maaşla ödüyordum ama umrumda değildi. Birinci bölümde İlhan Usmanbaş'ın bir kuartetini kullanmak istedim. Çok ilginç bir müzikti. Başlangıcı ve sonu yoktu. Bir çember gibi nerden başlarsan bittiği nokta başladığı noktayla birleşiyordu. Ancak müzisyenleri bir araya getirmek sekiz ayımızı aldı.


İkinci bölüme geçişte önde müzisyenler ardında dansçılar ve izleyiciler hep beraber Yerebatan Sarnıcına ulaştık. Gösteriden kısa bir süre önce Sibel sakatlandı. Doktor dans etmemesi gerektiğini söyleyince Yılmaz Zenger bir gecede bize fiberden bir tekne yaptı ve sarnıca getirdi. Sibel o tekne üzerindeydi... Her şey mucizeydi! Bütün negatifler pozitife dönüyordu!


E.B.: Bütün engeller sizin için yaratıcılık unsuruna dönüşmüş. 


A.T.: Evet! O teknede ayakta durmak bile çok zordu. Uzun çalışmalar yaptık. Düşerse ne yaparız diye. Sonuçta biz dansçılar suyun içinde György Ligeti’nin müziğiyle dans ederken, Sibel sarnıcın bir ucundan diğerine çok yavaş ilerleyen teknenin üzerinde en minimal dansını gerçekleştirdi. İlk “Aulos” projesine başlarken “Her ay bir iş yaparım” düşüncem gerçek olmadı. Her yıl sadece bir proje yapabildim ama çok şey öğrendim. Bu gösteride dansçı olarak benimle beraber Ebru Anıt Ahunbay, Olcay Karahan, Oktay Keresteci yer aldı. Işık tasarımını Ahmet Defne, mekân tasarımını ise Selçuk Tollu yapmıştı. Kostümlerimizi Ayşegül Alev tasarlamıştı. Makyajlar da Derya Ergun’a aitti.


“Aulos”ların ilk üçü İstanbul’da gerçekleşmişti. “Aulos IV” 1994 yılında Antwerp’te sergilendi. O yıl Antwerp kültür başkenti ilan edilmiş ve bu nedenle içinde sahnesi de olan bir gemi inşa edilmişti. Her hafta bir Avrupa ülkesinin seçilmiş şehrinin sanatçıları bu gemide yaşıyor ve işlerini sergiliyorlarmış. İstanbul’da bu şehirler arasındaymış. Bana teklif  Zeynep Oral’dan geldi. Ayla ve Beklan Algan, Erol Keskin, Genco Erkal’da sanatçılar arasındaydı. Ben sahne dışında bir mekân daha bulmak için erken gittim ve limanda eskiden tütün deposu olarak kullanılan çatısı camla kaplı olan sokağı kullanmaya karar verdim. O yıllarda Belçika’da yaşayan Klavsenci Leyla Pınar’ı okuldan tanıyordum. Gösterimin ilk bölümü, geminin içinde canlı klavsen eşliğinde barok giysileri ile sergilendi. “Aulos IV”ün ikinci bölümü sokağın bir ucunda izleyiciler, diğer ucunda ise bateri eşliğinde dansçıların hızla koşup izleyicilerin tam önünde aniden durmasından sonra başlayan Cabaret filminden alınmış şarkılar ve konuşmalar ile devam etti. Artık dansçılarım değişmiş, kostümlerim Ayşegül Alev sayesinde çılgınlaşmıştı. Dansçılar Mustafa Kaplan, Olcay Karahan, Serap Meriç, Tuğçe Ulugün Tuna, Ziya Azazi idi.


“Aulos V” 1994’te Fulbright araştırma bursu kazanarak tekrar gittiğim New York’ta gerçekleşti. Bu kez Bessie Schonberg adında oldukça yaşlı bir eğitmenin varlığını keşfettim. 1970’lerde beni etkilemiş Meredith Monk, Lucinda Childs gibi koreografları yetiştirmiş olduğundan söz ediliyordu. Atölyesine, mülakat yaptığı adaylardan sadece on kişi seçiyordu ve seçilenler arasında ben de vardım. İlk hafta koreograflar işlerinden bir bölüm sundu.  Ben de “Aulos” solosunun orijinal halini gösterdim. Çünkü Brooklyn Köprüsü’nün altında bulduğun rampalı bir mekân ve oraya yakın mesafede önüme çıkan hayatımda gördüğüm en çirkin çocuk parkını kullanmaya karar vermiştim. Koşullar zordu. Projenin altından nasıl kalkacağımı bilmiyordum. Tek avantajım 1994 yazı Amerikan Dans Festivali’ne (ADF) katılan  öğrencilere koreografi yapmak üzere davet edilmiş ve çıkan iş  çok beğenilip  ayakta alkışlanmıştı. Bu sayede New York sokaklarında yürürken bazı dansçılar yanıma gelip eğer bir dansçıya ihtiyacım olursa projede olmak istediklerini söylüyorlardı. Ancak projeyi yapabilmek için bir desteğe ihtiyacım vardı. Burs parası ancak 13 yaşındaki kızım Çağrı ve benim gündelik yaşamımız dışında kirayı karşılıyordu. ADF’nin New York’taki ofisini arayarak Charles Reinhart’tan randevu aldım.  Gittiğimde eşi Stephani de oradaydı. Projemi dinledikten sonra Stephani Amerikan vatandaşı olmadığım için destek bulma şansımın olmadığını söyledi. Charles ise bir bürokratın iletişim bilgilerini verdi ve onla konuşmamı söyledi. Yanlarından bozulmuş bir şekilde ayrıldım ve hemen verdiği numarayı aradım. Ona dedim ki “Harika bir projem var, Charles sizinle görüşmemi istedi.”. Ufak bir sessizlikten sonra “Beni ne zaman görmek istiyorsun?” sorusu geldi. “Şimdi.” dedim. Bir kahkaha patlattı. “I love your energy, come here!” [“Enerjini sevdim, gel!”] dedi. Hemen koşa koşa gittim. “Ben para veremem ama mekânların sigortasını öderim.” dedi. Meğer o mekânlarda iş yapabilmem için önce sigortasını ödemem gerekiyormuş. Bu ödenen sigorta ben ve dansçılarımı kapsamak yerine eskiden köprünün ayaklarına inşa edilmiş ve zaman içinde terk edilmiş birahanelerin, duvarlarında grafitilerin olduğu rampalı bölge ve çocuk parkını kapsıyormuş. Sigortam ödendi, iznim çıktı. İlk provamızda terk edildiği söylenen birahanelerin içinden çıkan perişan görünümlü insanlar, varlığımızdan pek de memnun olmamış bir tavırla bizi izlediler. Ertesi gün geldiğimizde rampada Çin yemeği atıklarıyla karşılaştık. O gün prova yapmak yerine temizlik malzemeleri aldım elimden geldiğince rampayı temizledim ve süpürgeyi otların arasına sakladım.  NYU'nun Greenwich Village’teki kampüsüne  geldiğimde pislik içindeydim. Kapıdaki güvenlikçilerin şaşkın bakışları içinde asansöre bindim ve daireme çıktım. Ertesi gün mekâna gittiğimizde süpürgenin yerinde yeller esiyordu. Öfkeyle evsizlerin yaşadıkları binaya gittim ve kapıyı yumrukladım. Kapı açılınca  “Süpürgemi bana geri verin!” dedim. Adam sakin bir şekilde süpürgemi verdi. Sonra “Bunu da al.” diyerek ikinci bir süpürgeyi uzattı. Tam Brooklyn köprüsünün evsiz sakinleriyle aramızda sözsüz bir uzlaşma başladığı günlerden birinde provanın tam ortasında sekiz on patenci belirdi ve rampada ortalığı birbirine kattı. Dansçılarım kaçışırken ben elim belimde “Who is your leader?” [“Lideriniz kim?”] diye bağırarak aralarına daldım. Biri “Benim.” dedi kısa bir pazarlıktan sonra biraz kayıp oradan uzaklaştılar.

Bessie sert bir eğitmendi ancak projem ilgisini çekmiş olmalı ki her hafta derse gittiğimde merakla o hafta neler yaptığımı soruyor ben de çevresel koşulların yarattığı zorluklarla nasıl başa çıktığımı anlatıyordum. Yazın son günleriydi. Her gün provaya, önce çocuk parkında demir tellerinin dışında yere oturmuş sessizce bizi izleyen çocukların eşliğinde başlıyor daha sonra da köprü altına gidiyorduk. Ta ki bir grup yaşlı teyzenin salıncakları amaçları dışında kullanarak çocuklara kötü örnek olduğum gerekçesiyle provamı durdurmak istemelerine kadar. Onlara izin kâğıdımı gösterdiğimde söylenerek oradan ayrıldılar ama intikamları büyük oldu. Gösteri günü mekâna gittiğimizde yerler kırık çiğ yumurtalarla kaplıydı. Bütün zorluklara ve engellere karşın galiba bir tek ben Bessie Schonberg'in atölyesinden yararlanarak “Aulos V'”i çıkardım.

Dansçılarım Yang Sook Cho, Peter Davis, Lynn Marie Ruse, Mary Spring, Utafumi Takemura, Christine Zaepfel idi. Müzik ise Tigger Benford’a aitti. Işık tasarımımızı Christ Dallos, kostümleri Jennifer Vogt yapmıştı.

Bu projede çok önemli aynı zamanda benim için utanç verici başka bir deneyim yaşadım. Gösterinin iki açıdan çekimi yapıldı. İlk kez NYU sinema bölümünden bir öğrenci ile montaja girdik. Dansımdan hiçbir bölümü atmak istemiyorum. Çocuk ısrarla olmaz diyor. Odanın içinde neredeyse birbirimizi boğazlayacağız! Sonunda üç boyutludan iki boyutluya geçmenin kendine özgü teknikleri olduğunu, seçebilmeyi ve bırakabilmeyi zor da olsa öğrendim!


E.B.: Bu ana kadar duyduğum her şey bana bugünü düşündürdü. Bugün, sınırsız imkanlar içindeyiz. Ekonomik olarak sınırlı olduğumuz doğru ama pek çok anlamda teknolojinin de desteğiyle çok fazla şeyi yapabilecek durumdayız. İmkânsızlıkların yarattığı o atmosferin, kamçılayan ve çözüm bulmaya yönlendiren atmosferin ne kadar bereketli olabileceğini öğrendim. Sizin her "Çok zordu." dediğinizde daha çok gülümsediğinizi fark ettim. Sanki “zorluk” sözcüğü sadece bir sözcük olarak orada. Ne kadar zor olduğunu hayal bile edemiyorum ama o zorluk sizde sadece kocaman bir gülümseme bırakmış.


A.T.: Çok büyüttü. Çok büyüttü beni, doğru.


E.B.: Bu yüzden hem benim için hem de okuyucular için çok ilham verici oluyor. Kendi adıma, üretimim adına müthiş ilham verici oldu. Zevkle keyifle dinliyorum!


A.T.: “Aulos” projeleri benim için New York’ta sonlandı ve fark ettim ki ben “Aulos” projeleriyle aslında mekâna iş yapmadım. Mekânı malzeme olarak kullanırken dansta olabilecek bütün elementlerin bir araştırmasını yaptım. Hem dansçılarla hem de izleyicilerle çok şey öğrendim - öğrendik.

Mekânı gerçek anlamda keşfetmem 1990’ların ikinci yarısında başladı. Gerçek mekâna iş yapıyordum ama o mekânlarda yaptığım iş gerçek değildi. Çünkü belli bir koreografi var, o koreografiyi adapte ediyordum. Bu mekân işi değildir. Sonradan daha net fark ettim. Gerçek mekânla olan ilişki, bambaşka bir şey ve heyecan verici!


E.B.:  O nasıl gelişiyor? Yani fikir mekânı görüp önce mi çıkıyor yoksa ikisi beraber mi ilerliyorlar?


A.T.: Mekâna bağlı olarak çok değişiyor. İşi mekân için yapıyorsun ve duygusu bambaşka oluyor. Bir dolu farklı iş arasında mekâna yaptığım erken bir iş 1992’de Köm-ür” Seretonin sergilerinin ikincisi olan Yedikule Gazhanesi’nde gerçekleşti. Ben hayatımda hiç bir endüstriyel tesisin içine girmemişim. Üzerimdeki etkisi büyük oldu. Birbirinden güzel tarihi binaların biraz ilerisinde kömür yığınlarının olduğu küçük bir kasaba gibiydi. Kasabanın içinde işçiler ve sanatçılar beraber yaşıyorduk. Proje için kalabalık bir grup oluşturmuştum. Gösteri bir binanın içinden beyazlar giymiş bir şekilde çıkışımızla başladı. Yol boyunca bizi izleyen işçiler ve izleyicilerle sözsüz bir şekilde ilişki kurarak kocaman bir alana girdik. Pencerelerden içeri giren ışık boş mekânda doğal bir ışık tasarımına dönüşüyordu. Yaptığım koreografide bu ışıktan çok yararlandım. Her dansçının bir görevi vardı: biri örgü örüyor, diğeri kitap okuyor, bir diğeri piknik çantasından çıkardığı kahveyi işçiyle paylaşıyor. Bir çift Mete Sakpınar’ın bu iş için bestelediği müzikle dans ediyor… Bir süre sonra teker teker dans ettiğimiz binanın sonunda bulunan vagona tırmanmaya başladık ve içinde kaybolduk. Vagon hareket etmeye başladığında içerden çığlıklarımız yükseliyor ve bir noktada vagon durduğunda tepemizden sular boşalmaya başlıyor. Bizim çığlıklarımız suların altında korlar nasıl sönerse öyle sönüyor. Vagon tekrar hareket edip binanın dışına çıktığında bir işçi elindeki aletle vagonun yan kapağını açıyor ve bizler kömüre bulaşmış bir halde vagondan dışarı dökülüyoruz. Bu işteki dansçılar benimle beraber Bahar Vidinlioğlu, Canan Şadalak, Ebru Anıt Ahunbay, Erdal Atik, Meltem Tezmen, Mustafa Kaplan, Olcay Karahan, Zeynep Arkök, Ziya Azazi idi. Kostümlerimiz ise Ayşegül Alev yapmıştı.


E.B.: Seretonin sergileri Türkiye sanat tarihinde çok önemli bir yere sahip. Onunla birlikte çağdaş sanatçılar etrafta, Mehmet Güleryüz’ler var…


Köm-ür - Aydın Teker Arşivi
Köm-ür - Aydın Teker Arşivi

A.T.: Evet. Salt’taki Sahnede 90’lar sergisinde “Köm-ür” de sergide gösterilen işlerden biriydi. Hatta yurtdışında, Hamburg’da da fotoğrafları kullanıldı. Benim için de çok özel bir deneyimdi. Hala işler halde olan bir tesisin içine girmek, orada bir iş yapmak ve işçilerin gösterdikleri ilgi ve doğal bir şekilde projenin parçası olmalarından çok etkilenmiştim. 


Ondan sonra 1995 yılında Hüseyin Katırcıoğlu’nun organizasyonu ile “Assos Yolu”nu yaptım. Ekim ayında Asos’ta düzenlenecek olan uluslararası gösteri sanatları festivaline davet edilmiştim. Festival, öncesinde Assos’ta üç hafta kalma ve prova yapma olanağı veriliyordu. Elde olmayan nedenlerle hiç dansçımın olmadığı koşullarda ve diğer katılımcılardan iki gün sonra Hüseyin Katırcıoğlu ile birlikte gittim Assos’a. Tüm sanatçılar deniz kenarında Eden Beach Hotel’de kalıyordu ve biz otele vardığımızda saat akşam dokuz civarıydı. Fransızlar bir yerde toplanmış kısık sesle proje üzerinde tartışıyorlardı. Amerikalılar başka bir köşeye astıkları beyaz perdeyle gölge ışık oyunları deniyorlardı. Biraz ilerde mum ışığında başka bir grup seçiliyordu. Çevre o kadar sessizdi ki, denizin sesi ve insanların kısık sesle konuşmaları dışında hiç bir şey duyulmuyordu. Benim için büyülü bir andı. Hem görsel, hem işitsel hem de duygusal açıdan çok etkilendim. İçimi bir hüzün kapladı. İnsanlar bu muhteşem mekânda gruplar halinde bir şeyler paylaşıyorlardı ve ben tek başıma idim. Ertesi gün erkenden Hüseyin’le birlikte mekân bakmaya gittik. Sabah kahvaltısında bir ara Fransızların tarihi Sinan Köprüsü’nü kullanmak istediklerini ama çok gürültülü olduğu için fikir değiştirdiklerini duymuştum. La Mama’nın yönetmeni Erica Bilder de köprüyü görmemişti. Hüseyin bizi köprüye götürdü. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Ne zaman doğru bir mekânla karşılaşsam bu hissi duyarım. Köprü son derece zarif kıvrımları ile karşımızda duruyordu. Eski köprüye paralel bir şekilde inşa edilmiş yeni köprüden bakıldığında sağ tarafta, dereye inen yamacın dibinde, üzeri sudan cilalanmış geniş kayaların üzerinde dikilen Erica bana el sallıyordu. Yeni köprüden bakıldığında dere yatağında veya kayaların üzerinde duran bir insan figürünün ne kadar etkili gözüktüğünü fark ettim ve Erica’ya bağırdım: “Erica burası harika ama ben bu mekân için çok yal...” “Yalnızım…” diyecektim ama diyemedim. Birden beynimde bir şey çaktı. “Çocuklar! Çocuklar! Buranın çocukları nerede?” diye koşarak Hüseyin’in yanına gittim ve okulun yerini sordum. Derhal öğretmenle görüşmeliydim. Hüseyin heyecanımdan etkilenmiş, gülerek yüzüme bakıyordu. Yarım saat sonra okulun bahçesindeydik. Kazılardan çıkan tarihi taşların gelişi güzel bırakıldığı bahçenin içindeki tek katlı okulun biricik öğretmeni ile tanıştım ve ona projemden söz ettim. Çocukların bu projede yer alıp alamayacağını sordum. Ders saatleri dışında olduğu sürece hiç bir sorun yoktu. Öğle molasında bahçeye gittiğimde çocuklar bahçede oyun oynuyorlardı. Öğretmenleri beni tanıştırdı. Merakla yüzüme bakıyorlardı. Projeden hiç söz etmedim, sadece oyun oynayacağımızı söyledim. Bir daire oluşturduk. “Yürü”, “koş”, “dön”, “düş”, “poz”, “daha ilginç poz” gibi komutlar veriyordum. En komiği de uç komutundan sonra oluşan şaşkın ifadeleriydi. Oyunun sonunda “Ben bir gösteri yapacağım. Onun içinde olmak ister misiniz?” sorusuna bütün eller çığlıklarla havaya kalktı. Guatr nedeniyle gözleri dışarı doğru çıkmış bir çocuk hariç. “Sen katılmak istemiyor musun?” diye sorunca eli ürkekçe yukarı kalktı. Böylece takımı tamamlamış oldum. O akşam Erica eğer istersem projede yer alabileceğini hatta ertesi gün gelecek olan diğer La Mama elemanı Perry Yung hem müzisyen hem de dansçı olduğunu ve ona da sorabileceğimizi söyledi. Perry geldi ve projede yer almayı kabul etti. Onlara köprünün üzerinde bir koreografi yapmaya karar verdim. Katılımcılar arasında Sarah Maul adında opera eğitimi almış bir İngiliz vardı. Ertesi gün Sarah da projeye katıldı. Ekip hızla büyüyordu. Benimle çalışan herkes başka bir projenin de içinde olduğundan, çalışma programını çok iyi organize etmem gerekiyordu. Erica ve Perry öğleye doğru kendi projelerinde çalışmaya başlıyorlardı. Bu nedenle ayarladığımız bir taksiyle her sabah saat yedi buçukta Erica,  Perry ve ben mekâna gidiyor saat ona kadar köprü üzerinde prova yapıyorduk. Saat onla, on iki arasında Sarah’la çalışıyordum. Sarah kızıl saçlarıyla genelde yürüyerek geliyor ve doğanın içinde bir nokta gibi kendini gösteriyordu. Gösteride de çok uzaklardan şarkı söyleyerek gelmesine karar verdim. Saat on ikide çocuklarla çalışmaya başlıyordum. Okul bahçesinde çalışmakla mekânda çalışma çok farklıydı. İlk gün çocukları bir minibüsle mekâna götürdüğümüzde bütün kontrol elimden çıktı. Çocuklar çıldırmış bir şekilde etrafta koşturuyorlar, birbirlerinin kafasına taş atıyorlar veya köprü ayağının dibindeki su birikintisinin etrafındaki kurbağalara eziyet ediyorlardı. O gün birinci ve ikinci sınıfları diğerlerinden ayırmam gerektiğine karar verdim. Yaşları çok küçüktü ve mekân onlar için oldukça tehlikeliydi. Erica küçükleri kendi projesinde kullanabileceğini söyledi. Böylece öğle tatilinde okulun bahçesinde küçüklerle ayrı çalışmaya başladım. Okul bitiminde okulun kapısında gelip büyük çocuklarla beraber köprüye iniyorduk. Artık köprüde çocukları daha rahat kontrol edebiliyordum. Tek problemim ilkokulu bitirmiş ama bir projede olmayan 12-15 yaş arası çocukların bizi rahatsız etmeleri ve yukarıdan taş atmalarıydı. Bir gün çok kızdım, elimi belime koydum. “Siz benimle çalışmak istiyorsunuz değil mi?” dedim. Şaşkın bir şekilde “Evet.” dediler. Hepsini aşağıya çağırdım ve asistanım yaptım! 


E.B.: Kaç kişiler?


A.T.: Üç kişiler! Onlar da projeye katılmış oldu. Öğleden sonraları Erika’nın projesine yardım etmediğim günler tek başıma köprüye gidip orada birkaç saat geçiriyordum. Bir gün köprünün altında gölgeye sığınmış düşünürken uzaktan bir çoban ve koyunlarının geldiğini fark ettim. Bir anda kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Bu projede mutlaka koyunlar da olmalıydı. Akşam Hüseyin ile birlikte köy kahvesine gidip köylülere projeden söz ettik; bir çoban ve koyunlara ihtiyacımız olduğunu söyledik. Hüseyin’i iyi tanıyan bir çocuğu görevlendirdiler. Ben ne istediğimi detaylı bir şekilde anlattım ve gösteriye yakın bir prova günü ayarladık. Projeye katılanlar arasında bir de eşekli adam vardı. Her sabah saat on buçuk civarında eşeğine binmiş bir şövalye edasıyla tarihi Sinan Köprüsü’nün üzerinden geçerek gözden kayboluyordu. Bir gün onu durdurup sohbet etmeye başladım. Projeden haberi vardı ve gösteriye çıkmayı hemen kabul etti. 


Son haftaya girdiğimizde bedenim yorgunluktan alarm vermeye başlamış, iki dizim de dağ bayır inip çıkmaktan ve kayaların üzerinde prova yapmaktan su toplamıştı. Elimde buz torbalarıyla dolaşıyor fırsat buldukça dizerimin üzerine koyuyordum. Neyse ki İstanbul’dan bir kurtarıcı melek gibi Hüseyin’in arkadaşı Asiye Cengiz geldi ve çocukların organizasyonunu üstlendi. Onlar okuldan çıkıp köprüye gelene kadar ben kendi bölümlerimin üzerinde düşünme ve çalışma olanağı buldum. 


Genel prova günü öğleden sonra saat dörtte tüm ekip bir araya geldik. Prova düşündüğümden daha iyi gitti. Prova sonunda çobana teşekkür edip, iki gün sonra gösterimizin aynı saatte olacağını söyledim. Çoban: “Ama ben cumartesi günü gelemem“ demez mi! O gün tam o saatte karşı köyde futbol maçı varmış. Kafamdan kaynar sular döküldü. Hüseyin’le beraber kahvenin yolunu tuttuk. Bu kez çoban bulmakta hiç zorlanmadık. Artık bütün köy halkı tarafından tanınıyordum. Macun satan adam “Aydın abla macun ister misin?” diyor, damlarda oturan anneler beni davet edip çorba ikram ediyorlardı.  


E.B.: İzleyiciyi nereye yerleştirdiniz?


A.T.: İzleyiciler, Tarihi Sinan Köprüsü’nün tam paralelinde yapılan yeni yolun üzerinden izlediler. 


Gösteri günü koyunları çalıların arkasına sakladık ama güneşin durumu köprü altında duran çocukların gölgesini dışarı vuruyordu. Birbirlerinin kafasına taş fırlatan, kurbağalara eziyet eden çocuklar tam yarım saat hiç hareket etmeden ve konuşmadan durdular. Gösteri çok uzaklarda şarkı söyleyen bir kadının sesi ile başladı. Sarah, uzun kırmızı elbisesiyle şarkı söyleyerek köprünün altına geldiğinde eşekli yolcu da köprünün üzerinden geçmeye başladı ve yerli halktan büyük alkış aldı. Sıra tarihi Sinan köprüsü kurbağalarına gelmişti. Sarah su birikintisinin kenarına yaklaştığında bütün kurbağalar birbirinin ardından suyun içine atlamaya başladılar. Sarah köprünün ayakları dibinde oturup şarkısını sürdürürken köprünün altından fırlayan bir çocuk kararlı bir şekilde gözünü diktiği çalılığa ulaştı ve arkasına saklandı. Oyunun kuralı gizlendikleri noktada hareketsiz bir süre beklemeleri ve sonra yeni bir hedef belirleyip o noktaya koşmalarıydı. Ayağında terlik olanlar taşların arasında zorlanıyorlar ama var güçleriyle hedeflerine ulaşmaya çalışıyordu. Sarah şarkı söyleyerek köprünün altına yönelince çocuklar yavaşça gizlendikleri yerlerden çıkarak Sarah’nın peşinden köprünün altında yok oldular. Ardından köprünün bir tarafından çoban ve koyunları köprünün diğer tarafında ben yavaşça yürümeye başladık. Koyunların çıngırak sesleriyle benim parmaklarımın ucunda takılı zillerin sesi rüzgârın etkisiyle uzaklara ulaşıyordu. Koyunlarla buluşmam heyecan vericiydi. Beni gördükleri an kısa bir süre kararsızlık geçiriyor sonra onlardan beklenmedik bir çeviklikle yanımdan ok gibi fırlıyorlardı. Tüm koyunlar beni geçtikten sonra yönümü değiştirip koyunları takip etmeye başladım.  Çoban, koyunlar ve ben köprüden ayrılırken diğer uçtan Erica ve Perry beyazlar giymiş bir şekilde köprüye girdiler. Önce dingin daha sonra farklı bir enerjiyle düet yaparken Sarah ve çocuklar sanki köprüden düşmüşçesine kendilerini yere bıraktılar. Köprünün sağ tarafında, dereye inen yamacın dibinde, üzerleri sudan cilalanmış geniş kayaların üzerinde belirdiğimde, derin bir sessizlik oldu. Dans ederken ara sıra kulağıma Perry’nin kavala benzer bir aletle çaldığı müzik ve Erica’nın iki taş ve nefesiyle çıkardığı sesler kulağıma geliyordu. Dansımın sonunda kayalara tırmanmaya başladım. Sarah çocuklar ve Asiye beni takip ediyordu. Köprüye ulaştığımızda Sarah önde, biz arkasında çocuklarla beraberce oluşturduğumuz bir melodiyi mırıldanarak köprüyü geçtik ve çalıların arasında yok olduk. 


E.B.: Olağanüstü! Bütün oradaki toplulukları, kim varsa, kim orada yaşıyorsa herkesi dahil etmişsiniz. Kurbağalar dahil.


A.T.: Evet. Bir de ilginç olan sonradan bir adam geldi. “Benim de ineklerim vardı, niye beni de almadın?” diye sordu. Hâlbuki başlangıçta ben çoban ararken herkes bana yarı alaycı gözle bakıyordu. Benim için de çok heyecanlı, sürprizli ve değerli bir süreç oldu. Yöre halkı ile iş yaparken onlarla bütünleşebilmek harika bir duyguydu. 


E.B.:  İşin ismini ne koymuştunuz?


A.T.: “Assos Yolu”.


E.B.:  Muhteşemmiş.


Assos Yolu - Aydın Teker Arşivi
Assos Yolu - Aydın Teker Arşivi

A.T.: Ondan sonra, 1996 “Geçirgen” sergilendi. “Geçirgen” Gümüşsuyundaki Ayşe ve Ercümet Kalmık Vakfı’nın ilginç binası için oluşturuldu. Bina, aslına uygun restorasyonu yapılmış, geç dönem 19. yüzyıl evi ile birlikte, arka bahçede sergiler için inşa edilen tonozlu yapıdan oluşuyor ve iki bina birbirine ince ve şeffaf bir köprü ile bağlanıyordu. Binayı ilk gördüğüm andan itibaren bende sırça saray duygusu yaratıyordu. Her sergi görmeye gittiğimde bu binada ne yapabilirim diye düşünüyordum. Şeffaf tonozlar dört parçadan oluşuyor ve her parçanın ortasında var olan delikler benim için kullanılacak bir malzeme olarak göz kırpıyordu. Gösteri sırasında 4 dansçı çatının dış tarafında ve birer deliğin önünde durarak aynı anda bu delikleri kullandı.  Farkına varmadan alt kattan izlemek durumunda olan izleyiciyi seçim yapmak durumunda bıraktım. Aynı şekilde şeffaf köprüde ortaya çıkan iş izleyicilerin konumuna göre farklılık gösteriyordu. Gösteri benim yüzümün dışarıdan cama yapıştırılması sonucu değişim ve dönüşümüyle başlayıp, Sema’nın şeffaf köprünün bir ucundan öbürüne geçene kadar gerçekleştirdiği etkili vokal doğaçlamasıyla sonlandı. Bu gösterideki dansçı olarak benimle beraber Bahar Vidinlioğlu, Begüm Tüzün, Ebru Anıt Ahunbay, Meltem Tezmen, Serap Meriç, Tuğçe Ulugün Tuna yer aldı. Kostümler Ayşegül Alev’e, vokaller ise Sema’ya aitti. Işık tasarımını ise Hüseyin Katırcıoğlu yapmıştı.


Aynı yıl “Eğik Düzlem” Orient Bridge Festivali kapsamında Kopenhag’da yapılan bir işti. Ben mekâna iş yapacağım için erken gidip, mekân bulmam gerekiyordu. Kışın tam ortasında, doğru dürüst bisiklete bile binemezken, çaresiz bisikletin üzerindeydim. Bir arkadaşım sayesinde tanıdığım bilim kadını Zeynep Sümer bana çok vakit ayırdı. Bütün şehri dolaştık ama hiçbir şey bulamadım. Zaman doluyor ve ben çaresizlik içinde, içime sinmese de bir iki alternatif üzerinde karar vermeye çalışıyordum. Dansçılarım Ebru Anıt Ahunbay, Mustafa Kaplan, Serap Meriç, Tuğçe Ulugün Tuna uçağa bindiği gün benimle ilgilenen kişi “Bu senin son şansın!” diyerek beni hayvanat bahçesinin yanındaki bir yeraltı sarnıcına götürdü. İçeriye girdiğimde önce sütunları sonra da ıslak ve çamurlu uzun bir rampayı fark ettim ve mutluluktan çıldırdım! Çığlık çığlığa bir sütundan öbür sütuna koşuyordum! Bir süre sonra kendime geldiğimde beni mekâna getiren kişinin saklandığı sütunun arkasından çıkarken gözlerinin yerinden fırlamış olduğunu gördüm. Ağzımdan “Kusura bakmayın çok mutluyum!” sözleri çıktı. O gün dansçılarım uçaktan inip otele geldiklerinde, onları enerjim tavan yapmış bir şekilde karşıladım. Ertesi gün önce mekânı görmeye gittik sonra da ikinci el eşya satan bir dükkândan kaban, postal, iş eldiveni gibi gerekli kıyafetleri satın aldık. Daha önce New York’ta rampa ile çalışmıştım ama bu mekân, ıslak ve çamurlu olması nedeniyle yerçekimine gerçek anlamda meydan okuma durumuydu. Provalar sırasında eldivenler parçalanıyor, postalların ucu deliniyordu. Zorluk sadece yerçekimiyle bağlantılı değildi. O kadar soğuktu ki ağzımızdan dumanlar çıkıyordu. Tuvalet için sarnıca çok yakın olan hayvanat bahçesine gidiyorduk. Sarnıcın akustiği müthişti. Bir yandan prova yapıyor bir yandan da bu avantajı değerlendirmek için besteci arıyordum. Bir süre sonra besteci Soren Berggren ve ses sanatçısı Suzana Bozovic projeye katıldılar ve projeye önemli katkı verdiler. Süreç hepimiz için değerli ve zorlu bir yolculuktu. Dansçılardan birisi öbürünü taşıyor, diğeri yerde kayıyor, öbürü başkasının bacağını yakalamış yukarı çekmeye çalışıyor…


Gösteriye izleyiciler otobüsle getirildi. Proje ayakta izlendi. Sonrasında Türk Konsolosluğunda verilen kokteyle gittik. Talat Halman içeri girdiğimizde Bizi “Gurur duyduk! Gurur duyduk!” diyerek karşıladı.


O gece hiç uyumadım. Kopenhag’da sokaklardaki lambalar, sahnede kullanılan lokal ışıklar gibi etki yaratıyordu. O ışıkların altında dolaştım. Duyguluydum… Dansçılarımla çok gurur duyuyordum. Ne çok zorluk atlattılar, üstesinden geldiler! Sonradan öğrendim ki onlar da sabahlamışlar. Uçakta bütün dansçılarım arkada perişan halde uyuyorlar, ben ise içimde sevgi ve şefkatle “Ah, canım dansçılarım… Nasıl da yorgunlar!” diye düşünüyordum. 


Kopenhag’daki sarnıç benim için bir hediyeydi. Yerçekiminin gerçek gücünü fark etmemi sağladı. Böyle bir mekânda plan yapmak imkânsız oluyor. Anda olmak fırsatları yakalamak ve denemekten korkmamak zorunda kalıyorsun. En önemlisi mekânın seni yönlendirmesine izin vermek gerekiyor. Bunun da çok heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Gerçekten bunları mekânda vakit geçirdiğin zaman öğreniyorsun. Sınırlı zamanın böyle bir şeyi yaratacağını düşünmüyorum açıkçası.


E.B.: Bu festivallerde size sınırlı zaman vermiyorlar mı? Örneğin Danimarka’dakinde.


A.T.: Tabii ama ben bütün gün prova yaptım.


E.B.: Zamanı sonsuzlaştırdınız.


A.T.: Böyle diyebiliriz. Aslında ben, hep bana tahammül edebilen insanlarla çalıştım. Onlar çok özeldi en az benim kadar yaptıkları işe değer veriyor, kalplerini koyuyorlardı. Yoksa olmuyor. Onlar da kalplerini koymazlarsa olmuyor. Başka bir dönemdi. Şimdi mümkün mü emin değilim.


E.B.: Zaman ve emekle kurduğumuz ilişki ne kadar değişti.


A.T.: Ekonomik olarak da problem var. İnsanların bir şekilde yaşamaları gerekiyor. Yaşadığımız şartlar gittikçe zorlaşıyor. 


1997 yılında “Sıkı-ş(tır)mak”, Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği etkinlikleri kapsamında Arkeoloji Müzesi’nin karşısında bulunan Tarihi Darphane’de gerçekleşti. Mekânda iş yapma teklifi alınca mekânı görmeye gittim. Beni kocaman gülüşlü genç bir kadın, Yeşim Yalman karşıladı. Beraber bütün darphaneye ait alanı didik didik ettik. Harabelerin altına girip çıktık. Mekân o kadar etkileyiciydi ki bir şeyleri kaçırmaktan korkuyordum. En son Yeşim anahtarla bir kapıyı açtı. Dar bir merdivenden kıvrılarak yukarı doğru çıkmaya başladık. Merdivenin sonunda çatısı olmayan uzun koridor, harabe bir binanın eski ahşap balkonuna kadar devam ediyordu. Koridorun sağ tarafında yatay büyük kazanlar vardı. Yuvarlak kapakların bazıları açık ve ürkütücüydü. Giriş merdiveninin hemen sağından demir merdivenlerle kazanların üzerinde inşa edilmiş kata çıkılıyordu. Merdivenin sol tarafında bir kurna arkasında da bir fıçı duruyordu. Sağ tarafta ise içinde üç raf bulunan küçük bir oda vardı. Rafları görür görmez ben bu raflarla iş yaparım dedim. Sonra her gün mekânda zaman geçirmeye başladım. Dansçılarımı ve kimin nerede var olacağını özenle seçtim. Örneğin merdivenlerden yukarı çıkarken duvarları sarı ve kavuniçi karışımı bir pencere vardı. Meltem Tezmen kızıl saçlarıyla bu mekâna çok yakışırdı. Kazanın içine Mustafa Kaplan ile Nadi Güler’i düşündüm. Ama onları kazana sokmadan önce kendim gidip tetanos aşısı oldum ve yıllardır kullanılmamış, örümcek ağları kaplı kazana korkarak kendim girdim. Dansçılara da her şeye rağmen tetanos aşısı yaptırdım. Arkadaşım ve meslektaşım Şebnem Aksan için en uygun yer balkondu. Kurnanın içine de anne karnında fetüs pozisyonunda bir bebek için Tuğçe Ulugün Tuna’yı düşündüm. Ancak bedenine zarar vermeden embriyonik sıvıya benzer bir malzemeyi oluşturmak çok zamanımızı aldı. En sonunda nişasta ile hallettik. Fıçının içinde ise ben vardım. Fıçının aşağısı uçurumdu ve hiçbir yere çivi çakılamıyordu. Ama işçiler fıçının bir bölümüne ahşap yerleştirdiler. Gösteri sırasında kendimi korumak için yarım saat başım yamuk bir pozisyonda tepe taklak beklemek durumunda kalıyordum. Boynumda hala o zamandan kalma problem var. Sağdaki küçük odada bulunan raflarda ise Ebru Anıt Ahunbay, Begüm Tüzün, Bahar Vidinlioğlu ve Serap Meriç dans etti. Süreçle ilgili çok önemli nokta, mekânda çalışan tüm elemanların projeme büyük destek vermesiydi. Böylece her şeyi yavaş yavaş demleyerek yaptık.  Dansçıların boş saatlerine göre provaları ayarlıyor, evden getirdiğim küçük taburemin üzerine oturup her bölüme ortalama bir buçuk saat ayırıyordum. Çoğunlukla çok az konuşuyor sadece izliyordum. Sabır çok önemliydi. Amaç dansçıların mekânı tanıması ve ilişkiye girebilmesi, mekânın da dansçıları kabul etmesiydi.


E.B.: Mekânın dansçıları kabul etmesi 


A.T.: Evet. Ağzımdan çıkan sözler “Koşma”, “Olmadı”, “Yeniden dene”, “Hareketin başlangıcını algıla” gibi sınırlı komutlardı. Belli bir süre sonra bedenler mucizevî bir şekilde macun kıvamına giriyor ve mekânla bütünleşiyordu.


Gösteri günü içeriye sadece 40 kişi alabiliyorduk. İzleyiciler merdivenin sonuna geldiklerinde önlerinin bir iple kesik olduğunu daha ileri gidemediklerini fark ediyorlar. O sırada yukardan gelen bir sesle yukarda bir pencerenin içinde hamile bir kadın olduğunu görüyorlar. Hamile kadının karnını, sevgi ve şefkatle okşaması zaman içinde sertleşiyor ve kabalaşiyor.  Derken elini eteğinin içine sokuyor ve mastürbasyon yapmaya başlıyor. Pik noktada bacaklarının arasından gürül gürül kuru fasulyeler akıyor! Kızım Çağrı “Hamileyken böyle bir duygu mu yaşadın?” diye sordu. Hiç alakası yoktu! Çok güzel yaşamıştım hamileliğimi. Ama üretirken öyle gelişti. Planlamadım. O sırada kendiliğinden oluştu. Uzaktan gelen bir sesle merdivendeki engel, rehber Duygu Güngör tarafından kaldırılıyor. Uzun siyah cüppeye benzer kıyafeti ve elinde meditasyon tasıyla Şebnem [Aksan] balkonda beliriyor. Çalmaya devam ederken yavaşça balkondaki sıraya oturuyor ve bakışlarını aşağıdaki kazana çeviriyor. Kazanın içindeki iki beden, Nadi [Güler] ve Mustafa [Kaplan] çok yavaş hareket ederek kendilerini kazandan dışarı bırakıyorlar. İzleyiciler rehberin yönlendirmesiyle kazanların üzerinde inşa edilmiş kata çıkıyor. Merdivenin hemen sol köşesindeki kurnanın içinde Tuğçe [Ulugün Tuna], anne karnında gibi embriyonik sıvıya bulaşmış ve fetüs pozisyonunda yavaş şekilde hareket ediyor. Bir süre sonra fıçının içinden benim ayaklarım çıkmaya başlıyor. Fıçıya yaslanmış Tuğçe’yi seyreden izleyiciler irkilerek kendilerini fıçıdan uzaklaştırıyorlar. Benim ayaklarım ve bacaklarım çok yavaş bir şekilde kasığıma kadar yükseldikten sonra fıçının içine geri giriyor.


E.B.: Burada mı sakatlandınız?


A.T.: Evet! Rehber odanın kapısını açıyor, 40 kişi içeri girdikten sonra kapıyı üzerlerine kapatıyor. Darphane sokaklarından Şebnem’in meditasyon çanağının sesi yankılanırken dört dansçı yavaşça raflardan raflara oradan da yere süzülüyorlar. Kapı açılıyor ve izleyiciler binayı terk ediyorlar.


E.B.: Ne kadar sürüyor?


Dans Sergisi - Aydın Teker Arşivi
Dans Sergisi - Aydın Teker Arşivi

A.T.: Tam bilmiyorum açıkçası. Yarım saati biraz geçiyor olabilir. İnsanlar odanın içinden çıktıklarında bunalmış bir şekilde kendilerini dışarı atıyorlardı. Ertesi yıl, Cumhuriyetin kuruluşunun 75. Yıldönümü nedeniyle gösteri tekrarlandı. “Sıkı(ş)tır-mak” benim içime sinen işlerden biri oldu. Sanırım mekânın ne demek olduğunu çok iyi anladım. Onunla ilişki kurmanın değişik yollarının keşfettim. Mekân ne demektir? Onunla ilişkide ne kadar dürüst olabiliyorum? Neden “-mış gibi” hiçbir şey yapamazsın? 


Takiben “Dans Sergisi” Şubat 1999’da Dulcinea Sanat Galerisi mekânından yola çıkarak  prömiyerini   Uluslararası İstanbul Tiyatro Fesyivali’nde gerçekleştirdi. Galeri’nin yöneticileri benden bu mekânda bir şey yapıp yapamayacağımı sorunca mekânı görmeye gittim. Galeri o sırada henüz yapım halindeydi. Mekânda beni ilk etkileyen şey tavandaki demirler oldu. Birkaç dakika sonra kendimi merdiven üzerinde tavana tırmanırken buldum. Galerinin mimarları Pelin Derviş ve Onur Bilgin de oradaydı ve kendi yaptıkları mekânda bir dans gösterisinin gerçekleşmesi düşüncesinden heyecanlandılar. Mimarların binanın içinde aktif olarak varlığı benim için büyük avantaj oldu. Tavanı kullanacağım için demirleri sağlamlaştırdılar. Salonun tam ortasında ahşap bir yapı vardı. Onun farklı konumlardaki bazı parçalarını yapıyı bozmadan çıkarttırdım. Böylece farklı beden parçalarının, izleyiciler tarafından algılanmasını sağlayabildim. Projenin ortaya çıkması her zaman olduğu gibi uzun zaman aldı. Tavanda havalandırma borularının geçtiği bölgede, Sema’nın iki büklüm pozisyonda oturuyor,  daha ilerde Tuğçe [Ulugün Tuna] demirlerin üzerinde, izleyicilerden gizli bir şekilde bekliyordu. Ahşap yapının üzerinde Londra’da ki atölyede tanıdığım ve Türkiye’ye davet ettiğim besteci Jim Pywell ve  İngiltere’den getirdiği enstrümanları vardı. Serap [Meriç], Bahar [Vidinlioğlu] ve Rebeca [Lazier] ahşap yapının içindeydi. Ben girişin tam karşısında, başım yattığım yerden biraz aşağıya sarkmış, boynum ve omuzlarım dışında bedenim beyaz bir örtüyle kapatılmış bir şekilde yatıyordum. İzleyiciler içeri girdiklerinde benim yere sarkmış başım ve gözlerimin küçük hareketleriyle karşılaşıyor. Bir süre sonra yukarıdan gelen ürkütücü bir sesle yukarı baktıklarında Sema’nın iki büklüm varlığını fark ediyorlar. Bir süre sonra önce gürültü sonra da izleyiciler arasında bir karışıklık oluyor. Mustafa [Kaplan] ve Filiz [Sızanlı] yere düşmüş, doğaçlama bir şekilde diğer izleyicilerle yeni ilişkiler kuruyorlardı. Ardından ahşap yapı ışıkla aydınlanırken; ahşap yapının üzeriden dram sesleri de eşlik ediyordu. İzleyiciler yön ve mekândaki konumlarını değiştirip,  hareket eden beden parçalarını izlemeye başlıyorlar. Işık ahşap yapıda yavaşça sönerken mekânın diğer bölgesinin tavanını aydınlatmaya başladığında, Tuğçe’nin silüeti ortaya çıkıyor. Bu bölüm üzerinde çok çalıştık. Yöntem şöyleydi: Hareketin ilk başlangıç anını fark edecek, hareket o noktadan devam ederken uzanmak istediği demire gelene kadar ağırlık merkezi dengeli bir şekilde değişecek ve demiri tutacak. Bitti. Şimdi nereye gideceğine karar verecek ve her şey yeniden başlayacak. İzlenmesi çok meditatif idi. İnsanlar yerlere oturuyor eşyalarını yanlarına bırakıp izliyorlardı. Bu bölümün ortasında biz dans sergisinin diğer elemanları teker teker seyircileri nazik bir şekilde omuzlarından tutarak sessizce ahşap yapının yanındaki koridordan içeri yönlendiriyorduk. Koridorun sonunda bir buzlu camın arkasında çıplak bir kadın bedeni hareket ediyor. İzleyiciler hiç beklemedikleri bu görüntüden çok etkileniyorlar ve izlemek istiyorlar. Ama biz izin vermeyerek onları buzlu camın yanındaki diğer koridora sokuyoruz. İçerde çıplak bir erkek bedeni yavaşça kendi etrafında dönerken kırmızı bir ışık sayesinde, bedenin ışıkla buluştuğu noktanın çizgi şeklinde görünmesini sağlıyor. Bu çizgiyi bazıları fark ederken bazıları görmeden geçip gidiyor. Bu bölüm izleyiciler için gösterinin sonu oluyor. Kapıdan izleyiciyi dışarıya çıkartıyoruz. Salon tamamen boşaldıktan sonra, bir kişi içerde kalan eşyaları toplayarak kapıda bekleyen insanlara iade ediyordu. “Dans Sergisi”nde benimle beraber Bahar Vidinlioğlu, Filiz Sızanlı, Jim Pywell, Mustafa Kaplan, Rebeca Lazier, Sema, Serap Meriç, Tuğçe Ulugün ve Vahit Tuna yer aldılar.


1999 yılında İngiliz Kültür’de bir ilan gördüm. Londra’da on deneyimli koreograf ile on deneyimli müzisyenin katılabileceği bir haftalık atölye ile ilgiliydi. Son gün atölyeye katılmak için ben de müracaat ettim. Yedekteydim, şansıma birisi gelmediği için ben gidebildim. Hayatımdaki şahane deneyimlerden biri oldu. Çok, çok etkiliydi. Yazışmalarda kabul edildiğim söylendi ama uçak biletim bir türlü gelmiyordu. Onları aradım,  “Benim uçak biletim gelmedi.” dedim. “O zaman kasetin de gelmedi.” dediler. Meğer bütün koreograflara bir müzik kaseti göndermişler, bütün bestecilere de bir müziksiz bir koreografi kaseti. Bu müzikle bir iş yapmam gerekiyormuş! Müzisyenlerden de gönderilen koreografi için müzik bestelemeleri istenmiş. Bana “Tamam, biz senin otel odana kaset çalar ve kasetini  bırakırız .” dediler.


E.B.: Son anda!


A.T.: Evet. Bir kasetçalar ve kaseti odama koyacaklar! Londra’ya gittim ama otel odası o kadar dardı ki. Sadece tuvalete girip çıkabiliyorsun. Müziği dinlemeye çalıştım kaç kaçlık olduğunu bile sayamıyorum! Çaresiz en azından otelden Royal Festival Hall’e nasıl gidebileceğimi anlayayım ki sabah geç kalmayayım diye dışarı çıktım. Sonra da otele dönüp hemen uyudum. Ertesi gün erkenden Royal Festival Hall’un görevliler kapısına gittim. Önü oldukça kalabalıktı. Bir adam içi tepeleme elektronik aletlerle dolu tekerlekli el arabasıyla gelmişti. Ben şaşkınlıkla bu adam tüm bu aletlerle bir haftada ne yapacak diye düşünmüştüm. Daha sonra adı Nick Rothwell olan bu elektronik mühendisinin, sanat hayatımda çok önemli rolü oldu. Mekâna girer girmez iki duvar arasında bir boşluk gördüm ve tamam ben burada doğaçlama yaparım dedim. Tüm katılımcılar içeri girdikten sonra projenin yöneticisi Alistar Spalding ve 20 katılımcı kendilerini tanıttı. Sonra katılımcıların  işlerini izlemeye başladık. Sıra bana gelince “Unfortunately but maybe  fortunately… I couldn't receive my music cassette. So now I'm going to improvise. ” [Ne yazık ki ama belki de iyi ki… Kasetim bana ulaşmadı! Bu nedenle şimdi doğaçlama yapacağım.] dedim ve o sıkışık aralıkta atonal  müzikle doğaçladım. Bir genç müzisyen, Jim Pywell, sandalyenin üzerine çıktı, Flüt ve kaval arası bir enstrümanla müziğini çaldı. Müzisyenin tavrı hoşuma gitmişti. Daha sonra onu Türkiye’ye davet ettim. Her gün sabah ve öğleden sonra bir koreograf ve bir besteci değişik mekânlarda buluşuyor beraber vakit geçiriyorduk. İçerde geçen süreyi nasıl geçireceğimiz bize aitti. Sonra hepimiz bir araya gelip deneyimizi paylaşıyorduk. Böylece tüm koreograflar ve besteciler birbiriyle buluştu. Enerjim o kadar yüksekti ki her buluşmada beynimde yeni fikirler oluşuyordu. Buluşmaların birinde çok genç ve utangaç bir müzisyen, Paul Whitty, ile  içinde piyano olan ve pencereleri Hungerford Bridge’e bakan barda buluştuk. Paul elinde birtakım bagetlerle içeri girer girmez yüzüme bile bakmadan elinde iki bagetle piyanonun tuşlarına vurmaya başladı. Ben bir süre onu izledim ve birden elinden tutup hadi koşalım dedim. Bir süre beraber koştuktan sonra ben de iki baget aldım ve Paul’ün ardından koşmayı sürdürdüm. Bagetleri camlara vururken fark ettim ki bagetlerin sesi dışarıdan duyuluyor,  insanlar yukarıya bize bakıyorlar. Birden Paul’e döndüm: “Bir fikrim var. Biz bunu bir projeye dönüştürebiliriz. Var mısın?” diye sordum. “Varım!” dedi. Heyecanla “Alistar Spalding’in ofisine gittik. Alistar’a “Harika bir fikrimiz var ama bizimle gelip mekânda görmeniz gerekiyor!” dedim. Biraz şaşırdı masadan kalkıp bizi takip etti. Barın içinde camların önünde projeyi anlattım. “Tamam, yaparsınız.” dedi. Ben uçtum! Her besteci ve her yeni mekân,  zihnimde yeni fikirler oluşturuyordu. Atölyenin son günü eşleştiğim bestecinin adı Luke Stoneham’dı. Herhangi bir müzik aleti çalmıyor ama beste yapıyordu. Bu buluşmada bize canlı müzisyenlerin eşlik edeceği söylendi. Bir gece önce “Gogmagog” isimli bir grubun konserine gitmiştim. Konserin en ilginç yanı müzisyenler çalarken aynı zamanda enstrümanlarıyla birlikte hareket edebiliyorlardı. Çalarken hareket etme fikri aklıma düşmüştü. Bizimle çalışacak müzisyenler “Gogmagog” konserinde izlediğim müzisyenlerdi. Bizim şansımıza bir kemancı ve de kontrbasçı düştü. Ben hemen tuvaletin üzerindeki boşluğa kemancıyı çıkarttım. Kontrbasçı Lucy Show’a “Yerde yatarak çalabilir misin?” dedim. Hemen sırt üstü yatıp çalmaya başladı. Luke heyecan ve biraz da panik halinde “Ben ne yapacağım?” diye sordu. Ona “Hiçbir şey yapma, sadece güçlü bir şekilde ayakta dur.” dedim. Sıramız geldiğinde müzisyenler hareket ederek çalarken, ben Luke’un üzerine tırmanmaya çalışıyordum. Gösterimiz biter bitmez Luke ve Lucy’ye dedim ki: “Bu güzel bir proje olur. Var mısınız?” Hemen kabul ettiler. Alister’a projeden söz ettik, onu da kabul etti. 


E.B.: Kaç tane iş çıktı orada?


A.T.: Bu atölyeden sonra Royal Festival Hall’ün demiryoluna bakan camlarında Paul Witty ile “Glass in - Glass out”  Luck Stonehome ve  Lucy  Show ile “ DB-II-BASS “ i çıkardık.


“Glass in - Glass out” Temmuz 1999’da Blitz festivali kapsamında gerçekleşti. Başlangıçta dansçılarımın uçak biletlerinin İngiliz Konsolosluğu tarafından, konaklamanın ise festival tarafından karşılanacağı söylenmişti. Son anda danışçılara para çıkmadığı söylendi. Projeyi iptal etme olasılığını aklıma bile getirmek istemiyordum. Acaba bir aylığına ev kiralayabilir miydim? Dansçılarım ertesi gün yola çıkıyorken ben hala ne yapabileceğimi bilmiyordum. Kostüm tasarımcım Ayşegül Alev ile sıkıntılı bir şekilde yolda yürürken Ayşegül Devlet Balesi’nden Lale Mansur’un yanımızdan geçtiğini söyledi. Ben hemen arkama dönüp Lale’nın adını seslendim. Arkasına döndü ve şaşkınlıkla birbirimize sarıldık. Bizi evine davet etti. Eşi orkestra şefi Cem Mansur’da evdeydi. Benim neden Londra’da olduğum ve yaşadığım problemi dinledikten sonra “Sofra” restoranının sahibi Hüseyin Özer’i aradı. Hüseyin Bey bize sponsor oldu. Göl kenarında boş bir villayı dansçılarıma açtı. Londra’da kaldığımız sürece, bir Japon bir de Kıbrıslı aşçı bize çok lezzetli yemekler yaptı. Mekândaki süreç her zamanki gibi zordu. Ben çalışmaları telsiz ile dışarıdan yönetmek durumundaydım. Paul camlara mikrofonlar koydu. Dansçılar ne zaman yokluktan koşarak çamlara çarpsa çıkan sesler dışarıda izleyicilere ulaşıyordu. Ayrıca belli zamanlarda fuayedeki sesler ile dansçıların cama çarpmasının seslerini birbirine karıştırıyordu. Camların alüminyum çerçevelerinin sivri kenarları, dansçıların canlarını yakıyor, moraran kolları, elastik bantlarla sarıp üzerine uzun kollu tişört giyiyorlardı. Gösteriden sonra İngiltere’nin önemli koreograflarından Richard Alston “Nasıl oldu da bu camları kullanmak benim aklıma gelmedi!” dediğini hatırlıyorum. Bu projede yer alan  dansçılar Miranda Wilson, Morag Croos, Mustafa Kaplan, Olcay Karahan, Serap Meriç, Tuğçe Ulugün Tuna idi. Kostümler de Ayşegül Alev’e aitti.


O günlerde sadece Glass in – Glass out üzerinde çalışmıyordum. Önüme çıkan her fırsatta Luck Stonham ve Lucy Show ile de “ DB-II-BASS “ üzerinde çalışıyordum. Süreç özellikle Lucy için çok zordu. Luck bir müzik besteliyor Lucy müziği deşifre ediyor ama daha sonradan o bölümün projede işlemediğine karar verip kullanmayabiliyorduk! Zavallı Lucy’nin bacaklarının içi morarıyordu. “DB-II-BASS” Nisan 2000’de Royal Festival Hall, Purcell Room’da sergilendi ve çok ilgi gördü. Ne yazık ki aradan çok zaman geçtiği için, özellikle Lucy’yi rahatlatmak için nasıl bir yöntem geliştirdiğimi hatırlayamıyorum. Büyük bir ihtimalle önce Lucy ve kontrbas arasında ki ilişkiyi geliştirmiş, daha sonra  Luck bu ilişkiye göre müzik yapmıştır diye düşünüyorum. Bu projede de kostümler Ayşegül Alev tarfından yapılmıştı.


E.B.: Olağanüstüymüş, kendimden geçtim gerçekten!


A.T.: 1999 gerçekten çok yoğun geçti. İçimde öyle bir dürtü vardı ki, beynim sürekli çalışıyor, üretmeden duramıyordum. Mutluydum. Aslında her şey çok zor ve riskliydi. Ben aslında kelimelerle kendimi iyi ifade edemem. Sanırım o yüzden koreograf oldum. Ama ilginç olan, benim  iş üretirken insanlara bir şey göstermek veya anlatmak gibi bir tasan hiç olmadı. Şimdi koreografilerimi kayda geçirirken fark ediyorum ki yaptığım her iş çok derinlerde ben ve içinde yaşadığım olumlu ve olumsuz koşulların soyut bir dışa vurumu imiş. 


E.B.:  Zihnimde bir bütünlük oluştu. Hepsini gözümle görmüş gibi, bir film gibi yaşadım.


A.T.: Teşekkür ederim Hayat bana hep güzellikler sundu. Mutlu bir kadındım. Her şeyi çok severek yapıyordum Bu sadece koreografide değildi. Ders verirken bile kalbim atıyordu: “Bugün ne keşfedeceğiz?” diye. O zaman öğrenci de anlıyor, ona göre davranıyor. Hatta ilginç bir anekdot vereyim. Modern dans bölümü ilk açıldığı zaman bir veli geldi. “Çocuğuma ne yaptınız, tanıyamıyorum!” dedi. “Bir şey yapmadım.” dedim. Ama ben aslında Türkiye’de ki birkaç öncü eğitmen gibi modern dansın gelişmesine katkıda bulunmak isteyen idealistlerden biriydim. Yaptığım her şeyde kalbim, zihnim ve tüm varlığımla oradaydım. Tabii ki bunların öğrencilerde etkisi olmuştur.


E.B.: Şu an nasıl hissettiğinizi de sormak isterim.


A.T.: Bilmiyorum. Şu anda hem dünyada hem de Türkiye’de yaşananlar beni çok üzüyor. Ama her şeye rağmen ben genelde mutlu bir kadınım. Çünkü her zaman bir şeylerden heyecanlanabiliyorum. Şu sıralar teknoloji çok gelişti. Bense kendime bunun içinde yer bulamadığımı; zaman aşımı olduğumu hissediyordum. Ama bazı eski öğrencilerim, ara sıra yazdıkları makaleleri gönderiyorlar ve ben de okuyorum. Artık eski işlerim bu döneme hitap etmediğini fark ediyorum. Galiba bir yerde ben de değişiyorum. Bir yerden başka bir yere geçiyorum hissi oluşuyor. 


E.B.: Teknoloji ve beden arasındaki ilişkiye dair ne çıkacak bakalım Aydın Teker’den.


A.T.: Ben de bilmiyorum! 2000’lerde yeni döneme geçmeden önce 1997’de Feldenkrais, hareket yolu ile farkına varma, tekniğini keşfettim. Bu tekniği Türkiye’ye getiren kişi  Bülent Turan’dı. Amerikalı eşi Janet ile Boğaz’da, köprünün Avrupa yakasında bir yalıda yaşıyorlardı. Deniz hizasındaki alt katı Feldenkrais stüdyosu olarak kullanılıyordu. Feldenkrais benim  hem dünyaya bakışımı, hem ders verişimi, hem de koreografi yapmamı değiştirdi. Sanırım ilk derste Moshe Fedenkrais’in bir cümlesi beynimde şimşek çaktırdı. Bu tam hatırlamasam da “Yolda giderken önünüze bir duvar çıktı, ısrarla ona toslamak zorunda değilsiniz. Başka yollar olabilir.” gibi bir cümleydi. İlk bale bölümü dönemlerimde çok çalışıyorum, uğraşıyorum ve zannediyordum ki çok çalışırsam, kas gücüyle başarırım. Hiç öyle olmadığını anladım. Feldenkrais o kadar hoş bir çalışma yöntemiydi ki! Minik, minik çalışmalar yapıyoruz. Bir noktadan bir noktaya geçerken yaşanan o duyguyu ve onun alternatiflerini fark ediyordum. Çok heyecan vericiydi. Bir yerden bir yere giderken, öyle de gidebilirsin, böyle de. “Bu da olabilir” hissi benim zihnimi  açtı. 


O sırada yaptığım işler ilk kez ciddi bir şekilde minimalleşti. O dönemde modern dans bölümü kurulmuş üç tane de öğrencimiz olmuştu. Bir gün öğrencimizden  Tuğçe [Ulugün Tuna] ile sohbet sırasında bana annesinin mezuniyet için diktiği elbiseyi gösteriyordu. Daracık elbise aşağıya kadar iniyordu. Onun üzerine spiralden telle oluşturulmuş, elbiseye bağlanmış bir spiral var. Ben o elbiseyi görür görmez “Bu elbiseye iş yaparım!” dedim. Hemen stüdyoya girdik. Tuğçe’yi kendi etrafında döndürmeye başladım. Prova sırasında sürpriz bir şey keşfettim: Beden ve bedenin uzantıları, kol, el, bilek, parmaklar... Dönüş sırasında bu parçalardan en ufak birinin hareketi hemen öne çıkıyordu. Birdenbire o kostümü kullanmaktan vazgeçtim. Beden ve beden parçaları üzerine çalışmaya başladık: Her dönüşte el başa biraz daha yaklaşıyor, orta parmak avuç içinden biraz daha uzaklaşıyor… Heyecandan yüreğim ağzımda! Adını “Momentum” koyduk. Güler Umur son derece minimal bir kostüm yaptı. Tek renk bir kostüm, sadece kostümün sağ tarafında yukarıdan aşağıya kadar degrade bir şekilde açık renk şerit vardı. Aslında kavramsal işler yapan ama aynı zamanda müzik de besteleyen Ergül Özkutan müziğini yaptı ve “Momentum” ortaya çıktı.

Aynı zamanda yüzleri birbirinden enteresan üç kadın dansçıyı bir araya getirdim. Onların sadece yüzleri ile koreografi yaptım. Sadece ağızları, kaşları ve gözleri hareket ediyorlardı. Bu tabii ki çok sinir bozucu bir çalışmaydı ama dansçılarım, her şeye rağmen havlu atmadılar. 


Bu dönemde annem Alzheimer hastası olan annemle, yarı felçli babamı yürüyüşe çıkarttığım bir gün annemle babam kol kola girmiş yürüyorlar, ben de arkadan onları takip ediyordum. Babamın sağ bacağı yerden her kalkışında sağ ayağı bilekten kontrolsüz bir şekilde sarsılıyordu. Her geçen gün biraz daha küçülen annem, babamın aksak yürüyüşüne ayak uydurmaya çalışıyordu. Birdenbire kalbim hızla atmaya başladı. Bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş değildi. İçinde çok farklı enerjileri barındırıyordu. Eve geldiğimizde “Benim yakın zamanda bir gösterim olacak. Sizin de içinde olmanızı istiyorum. Ne dersiniz? ”diye sordum. Babam biraz düşündü ve “Ne zaman?” diye sordu. Tarihi söyledim. “Biz o zaman Ayvalık’ta oluruz.” dedi. “Tamam.” diyerek evime gittim. Eve geldiğimde telefonda, annemden gelen  bir mesaj: “Aydın, sen babanı dinleme. Ben o şeyi yapmak istiyorum.” diyordu. Hemen koşa koşa annemlerin evine gittim. “Baba bak, annem bunu yapmak istiyor, yapacağız.” dedim, kabul etti. Anneme de dedim ki: “Hiç konuşmak zorunda değilsiniz. Aynen yolda yürüdüğünüz gibi yürüyün.” Sonra annem ve babam koridorda yürümeye başladılar. Annem her üç adımda bir durup “Aydıncığım, ama ben yürürken babanla havadan sudan konuşamaz mıyım?” diye soruyor.

İstanbul, Dolmabahçe Kültür Merkezi’nde 1.Uluslararası Öğrenci Trienali kapsamında gerçekleşen gösterimin birinci bölümünü oluşturan “Gezinti” de annemle babam binanın bir ucundan diğer ucuna yürüdüler. Annem hiç konuşmadı. İkinci bölüm “Trio”  bir pencerenin içine yerleştirilen üç sandalyede oturan, inci kolyeli, siyah elbiseli üç kadın: Meltem Tezmen, Ebru Anıt Ahunbay ve Begüm Tüzün, Teleman’ın müziği eşliğinde yüz dansını gerçekleştirdiler. Son bölümde Tuğçe [Ulugün Tuna] binanın dibinde oluşturulmuş portatif sahnede “Momentum”u sergiledi. Gösteriden bir gece önce genel prova yaptık. Annem, hayatımda tanıdığım en kaprisli sanatçı olarak bir türlü takacağı şapkayı beğenmiyor. Biz annemi memnun etmek için çırpınıyorduk. Gösteride çok duygusal anlar yaşandı. Gösteriden sonra Cevat Çapan ve Önay Sözen gelerek “Kim bu tontonlar?” diye sordular. “Onlar benim annem ve babam” dedim


E.B.: Momentum, üç kadın, anne baba bir arada sergilendi.


A.T.: Önce anne ve babamın yürüyüşü, “Gezinti”, sonra “Trio” en son da “ Momentum”. ile bitti. Selam sahnesinde annemle babamı sahneye dansçılar getirdi. Çok duygusal ve unutulmaz bir geceydi. 1990’ların sonuna geldiğimde artık bir değişimin eşiğinde olduğum duygusunu içimde taşıdığımı fark ettim.







ree


SAHA Yazı Dizisi kapsamında desteklenmiştir /

Supported by SAHA Art Writing













Comentarios


bottom of page