Merkez Olarak Çok-Merkezlilik
- Aslı Akın
- 11 saat önce
- 12 dakikada okunur
“We must therefore avoid saying that our body is in space, or in time. It
inhabits space and time”
— Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, trans. Colin Smith 161
Bu metin, Beliz Demircioğlu’nun “Somatik Performans” adlı dersinde, “bedenin merkezi"nin araştırıldığı bir sanatçı araştırması boyunca toparlanan çıktılardan oluşuyor. Burada kaleme alınanlar, biten bir sonucun ötesinde, bedenin kendi hareketlerinden, duraksamalarından, kaymalarından ve merkezlenmelerinden çıkan spekülatif notlar bütünüdür. 6 aylık araştırma süreci boyunca, bedenin somatik algılamasını araştırmak literatürde yolumu tahmin edeceğiniz gibi Ponty’e getirdi. Fransız fenomenolojisinde, kendi akıl hocalarının da karşısında durarak beden ve duyumsamayı farklı bir mercekte inceleyen Ponty, kendi döneminden çağımıza uzanırken ikililiklerimizi kavrar, bedene gerektiği tahakkümü yeniden verir. Bu sebeple, somatik deneyimlerin kelimelere tezahür edilemediği yerde Ponty’e başvurmak, bir bakımdan teorik olarak da deneyimi bütüncül hale getirir. Bedenin merkezi üzerine yoğunlaştığımız bu araştırma sürecinde, ortaya çıkan kavramlardan bir haritalama yaptığımda “durmak” ve “sınır” gibi kavramların kendini tekrarladığına şahit oldum. Sosyoloji geçmişim sebebiyle ise bu sorgulamaları ve kavramları toplumsal konotasyonlarından yalıtarak sadece öznel bir içselleştirmeye gitmeye gönlüm el vermedi denebilir. Böylece ortaya çıkan metnin ilk yarısı beden ve merkez üzerine spekülatif denemelerden, stüdyoda yapılan çalışmalar sonrasında arşivlenen bilinç akışı notlardan; ikinci yarısı ise çıkan kavramları neoliberal bir özneyle bağdaştırarak Foucault ve Han’ın panoptikon ve psiko-politika kavramlarına değinen spekülatif araştırma fragmanlarından oluşur.
Öncelikle, sabitlenmiş anatomi bilgisi gölgesinde şekillenen yanlış bir korelasyonu sorgulamakla başlamak isterim: bir öznenin, bir şeyin—nesnesinin—merkezi ile bu merkezin kendi varoluşundan dolayı getirdiği durağanlık ve hareketsizlik arasında sezgisel olarak kurduğum ve hâlâ koparmakta zorlandığım bağı bir yandan da yapısöküme uğratmak hedeflerim arasında. Özellikle beden ile ilgilenen sanat pratiklerinde sıklıkla referans verilen bedenin ağırlık merkezi L5-S1 hizasında konumlanan trunk center, biyomekanik olarak yanlış değildir. Fakat bedenin yaşayan topolojisinde bu bilginin çoğu zaman karşılığını bulamadığını, duyumsamayı unuttuğumuz bir realiteyi dışladığı için kısıtlı bir gerçeklikten ibaret olduğunu düşünüyorum.
Beden üzerinde anatomik bilgilerin doğru bir yansıması vardır; bilgisel olarak bedenin merkezi ağırlık merkezinde, yani karın bölgesinde bulunur. Bunu özne, harekete başlarken kendi kendine hisseder. Benim savunmak istediğim, merkezin biyomekanik tanımına karşı çıkmak değil; onu eleştirirken bir yandan da daha genişleten bir merkez anlayışını içselleştirmektir. Bunun nedeni ise bedenin topolojisini sadece fiziksel bir alana düşürmek istemememden kaynaklanır. Beden aynı zamanda sinir sistemiyle, duyu ve duygularıyla yönelen, hareketlenen bir varlıktır. Bu sebeple bedenin merkezini sadece fiziki bir tanıma indirgemek, onu algılamaya ters düşer. Bunun yerine somatik olarak da bedenin merkez tanımı olabileceği, hatta bunun çok-merkezli bir yapısı olduğu kanaatindeyim.
Merkez, genellikle statik olanla özdeşleştirilir. Bu yüzden belirli noktalarda sıkışmış bir ağırlık, devinemezlik ya da sabitlenme kavramlarını istemsiz olarak kendi ile beraber var eder, bu hissi aktarır veya yaratır. Bir yandan merkeze yüklenen konotasyonlarda bu bağlantı sürekli olarak beslenir. Oysa hiçbir şey—hareket, his, yön, ilişki—sabit değildir. Bedensel deneyimin kendisi durağanlık ve statik yerine kaymaları, geçişleri, yönelimleri ve dolayısıyla yeniden merkezlenmeleri açığa çıkarır. Bu sayede merkez, yalnızca biyomekanik bir veri olmanın yanı sıra, duyumsal olarak bedende algılanabilen, her seferinde yeniden kurulabilme potansiyeline sahip olan, kaygan, geçici, ilişkisel bir figür haline gelir.
Yapmak istediğim, bedeni tek merkezli değil, çok-merkezli yapısını dalgasal ve sürekli evrilen bir varlık olarak yeniden tahayyül etmeye yönelik bir davettir. Bu şekilde özne, dünyayı sadece akla veya olgusal bilgilerle şekillenmiş değil; duyumsayan, algılayan bir var olma biçimine döndürülür, dünyayı yeniden görmeye de davet edilir.
Beden, Mekân, Zaman ve Düşünce Arasında
Batı anatomi bilgisinin modern biçimi, büyük ölçüde Kartezyen dünya görüşünün mirasçısıdır. Descartes’ın beden tasavvuru, insan bedenini herhangi bir fiziksel nesneden ayırmaksızın, hacmi olan, ölçülebilen ve mekanik bir düzenek olarak kavrar. Yani, bedeni nesneye indirgemekten çekinmez; mekân içinde aynı alanı kaplayan “şeylerdir” nihayetinde. Duyumsamaya karşı güvensizlik burada belirgindir: Ona göre duyularla algıladığımız sürekli değiştiği için güvenilmezdir; bilgi yalnızca aklın apaçık kavrayışına dayanmalıdır.
Descartes’ın ünlü balmumu örneği bu düşünceyi özetler. Balmumu katıyken belli bir forma, kokuya, sertliğe sahiptir; ateşe yaklaştırıldığında ise onu tanımlayan bütün nitelikleri değişir. Peki duyumsayarak algıladığımız bu form biçimi bizi yanıltarak yanlış bilgiye ulaşmamıza mı sebebiyet verir? Eğer hayatımız içinde topladığımız bilgiler duyulara dayalı olsaydı, elimizdeki şey artık balmumu değil, başka bir madde olduğunu savunmamız gerektiğini söylerdik. Descartes’a göre ise özünde hâlâ aynı balmumudur; bunu bize duyular değil, aklın kavrayışı gösterir.1 Böylece beden, bir anda güvenilir bilgi kaynağı olmaktan çıkar; zihnin denetimine tâbi, geometrik bir nesneye indirgenir. Duyularımızın bize geçerli bir bilgi sunamayacağı fikrinden yola çıkarak çevremizde duyumsanan dünyaya sırtını çevirir. Bu düşünce, bedeni soyutlanmış bir varlık gibi ele alır. Akıl ve beden arasında yarattığı bu dikotomi, tahakkümü akla verip bedeni neredeyse bir nesneye indirgediği bir dengesizlikten oluşur. Merleau-Ponty, bu dikotomiyi ise ileri taşır. Descartes’ın açtığı ikiliklerin tersine, hayat onun için ne yalnızca duyumsayarak ne de yalnızca düşünerek tanımlanabilir. Bu dikotomi, birbirini yok etmek veya gücü tek bir tarafa vermektense, yatay hiyerarşi içinde işleyen bir ikiliktir. Buradaki yatay hiyerarşi, taraflar arasında üstünlük ya da astlık ilişkisi kurmayan; aksine iki tarafın da eşit düzlemde birbirini tamamladığı, varoluşu karşılıklı yarattığı bir yapılanmayı temsil eder. Bedene sıkışmış tekil şahsın hayatı boyunca deneyimleyeceği bir ikililiktir ve bu ikillilik öznenin yaşadığı evrensel bir deneyimdir.
Ponty’e göre beden, zamansal ve uzamsal olarak yaşayan bir yönelimdir (orientation being). Yani beden ve özne, her an çevresine, diğer bedenlere ve kendi içsel algısına göre yeniden şekillenen, sürekli konum değiştiren bir varlıktır. Balmumunun erimesi yalnızca akılla kavranamayacağı gibi, duyumsamadığımız sürece uzamda anlam bütünlüğünü çözebilmemiz de pek mümkün değildir. Duyularla balmumunun erimesini kavrayabildiğimiz için formun çözülüşüne anlam verebiliriz. Duyuları denklemden bu kadar radikal biçimde çıkarmak, özneyi, öznenin tanımını ve algısını da eksik kılar.
Sartre’ın ifadesiyle, “Limonun ekşiliği sarıdır; sarı olan, limonun ekşiliğidir.” Bu örnek, duyum ile anlamın birbirinden kopmaz bağını gösterir. Nasıl ki limonun ekşiliğini sarısından ayırmak mümkün değilse, bedensel deneyimi de yalnızca duyumdan veya yalnızca düşünceden bağımsız düşünemeyiz; ikisi anlamda birleşir.
Ponty’nin adımları ve fenomenolojisinden ilerleyerek bedene karşı sabit ve statik bir koordinat olarak merkez kavramını sunmak mümkün değildir kanımca. Merkez, aynı yaşayan yönelen beden gibi, bedenle, diğer bedenlerle, objelerle yani dünyayla her ilişkilenmesinden kendini yeniden hayal eden, yeniden kurgulayan bir figürdür. Durağan olmanın ötesinde, zamansallık ve uzamsallıkla birlikte yön ve konum değiştiren, potansiyel bir oluş alanıdır.
Benim somatik deneyimimde gözlemlediğim merkez kaymaları—bazen içe doğru, bazen bakışta, bazen mekânda, bazen temasta, bazen kolektif akışta beliren merkezler—Ponty’nin bu “yaşayan yönelim” anlayışıyla kavramsal bir rezonans kurar. Bir yandan teorik olanın stüdyoda tezahür etmesi öznede bütüncül bir deneyim sunar.
Çok-merkezlilik
Merkezin tek bir yerde sabitlenemeyeceğini, bedenin yönelimleri ve çevresindeki dünyayla ilişkilenmelerinin süreğen akışı içinde farklı düzlemlerde, bedenin farklı konumlarında yeniden oluştuğunu düşünüyorum. Bu bağlamda bedenin merkez kavramını beş farklı düzlemde ele almayı öneriyorum.

1- İçsel merkez
İçsel merkez, bedenin kendi sınırları içinde, duyumların toplandığı noktadır. Nefesin ritmi, kasların mikro-gerilimleri bu merkezde yoğunlaşır. Body-Mind Centering ya da Feldenkrais—merkez yalnızca biyomekanik bir nokta değil, duyuların ve hatıraların içsel sirkülasyonundan doğan bir enerji alanıdır. Kinestetik hafıza kavramı ile beraber düşünüldüğünde, bedenin iç hâlinin bir hafıza deposu olması, dışarıdan içeriye algıladığımız dünyada, içeriden dışarıya doğru duyumsayabilmek için bir alan sunar. Merkez sabitlenmiş bir koordinat değildir; kayarak, salınımlar içinde yeniden kurulan bir oluş kipidir.
Bedenin kendi sınırları içinde, iç algısına dönük, hissin ve yönün toplandığı merkezdir. Düşünmeden hareket ettiği yön kaldırılan bir uzuv veya bedensel verilen tepkilerin merkezidir. Somatik deneyimlerde özne, günlük hayatı içinde yaşadığı deneyimlere göre merkezinin yeniden koordinatlandığını hisseder. Ayrılık yaşayan biri için belki merkezlenme kendine sarılmaktır. Bazen ise stüdyoda hareket etmek istemeyen bedenin uzanması ve tüm hareketlere karşı kendi içsel itkisiyle hareketsiz kalabilmesidir. Bazen alt karın bölgesinde sıkışmış bir ağırlık gibi hissedilir; başka zamanlarda göğse, omuzlara, kollara, hatta parmak uçlarına doğru çıkar. İçsel merkez bu nedenle durağan değil; dalgalanan ve spiral hareketlerle bedenin topolojisinde salınan bir şeydir.
2- Sınır merkez
Sınır merkez, bedenin dışa açıldığı noktada belirir. Descartes ve Ponty’nin farklı perspektiflerden ele aldığı ikilik burada başlar. Çünkü tekil şahsın, yani ben’in dünyaya açıldığı, bu bedende ve onun sınırları içinde algılandığını fark ettiğim ve çeliştiğim yerdir.
Sınır merkez, bakışın yönünde, elin uzandığı çizgide, omuzların salınımında oluşabilir. Toplumsal bağlamda sınırın kolektif ve bireysel kültürler içinde birbirinden zıt tanımları ve pratikleri olsa da bedensel ve sanatsal deneyimlerde sınırın varlığı yaratıcı bir eşik sunar. Sınır, özgürlüğün ne olduğunu da netleştirir.
Somatik araştırmamızda başka bir bedenin sınır olması, başka bir bedene ağırlık verebileceğim bir sınır olması, başka bir bedene sınır olmak ve başka bir bedenin ağırlığını taşıyan bir beden olmakla ilgili bir sürece girdiğimizde, bedenimde ve zihnimde oluşan imgeleri burada paylaşmak en doğrusu olacak sanırım. Özellikle kolektif kültürlerden gelen özneler için sınır imgesi, bireysel kültürlere nazaran negatif konotasyonlarla, bir tür bir aradalığa karşıt olarak tasvir edilir.
Sınırlar esnek ve geçişkendir. Fakat somatik deneyimde başka bir bedenin sınır olması, sonsuz bir alan içinde alanı kendi içinde işaretleyen; bu sebeple alan tutmanın getirdiği özveri ve özenle üretme pratiğini ve yaratıcılığı da besleyen bir deneyimdir. Sonsuz bir uzam yerine, tenin tene sınır olduğu noktada hareket etmenin kendi içinde getirdiği olasılıklar ve potansiyeller vardır.
Bunun dışında ağırlık transferleri ile yapılan sınır çalışmaları, öznenin bireysel deneyimleriyle de paralellik taşır. Örnek vermem gerekirse, bir bedene ağırlığımı yaslayabiliyorken başka bir bedenin belirli hareketlerde uzun süre ağırlığını vermesi bende ağıt hissi de uyandırabilir. Bireysel deneyimlerle somatik deneyimler birbirinin aynası olur. Bedenin sınırından bahsetmek mümkün değildir çünkü beden zaten sınırın ta kendisidir.
3- Alan merkez
Alan merkez, bedenin çevresindeki duyusal uyaranlarla ilişkisi içinde doğar. Klasik bilimin ve Descartes’ın taşıdığı miras yerine dünyayı algılamak, alan merkezden geçer. Bu dışarısı ile ilişkilenme, var olma biçimimizdir.
Merleau-Ponty mekânı bir “dokuma” olarak tanımlar; mekân bedenden ayrı bir arka plan değil, onunla birlikte örgütlenen canlı bir ortaklıktır.6 Güneşin pencereden yansıması, ambulans sesi, stüdyonun kokusu… Beden bu uyaranlarla birlikte alana geçici merkezler inşa eder, bunları zamansal ve mekânsal olarak sürekli yapar ve bozar. Bazen merkez bedenden kayar ve mekânın kendisine yerleşir: ışığın vurduğu köşe ya da sesin toplandığı nokta, hareketi başlatan veya yönlendiren yeni çekim alanı olabilir. Bazen hareketin veya eylemin ilhamı, alan içindeki uyaranlardan bilinçli veya bilinçsiz olarak etkilenir.
Bu durum Erin Manning’in relationscapes kavramıyla açıklanabilir: bedenin merkezi artık yalnızca içsel bir koordinatta değil, çevreyle kurulan geçici ilişkiler ağında belirir.7 İçinde yaşadığımız dünya, sınırları belli steril alanlarda bile olsa, stüdyo uyaran ve stimülasyonlarla dolan bir realitedir. Bu sebeple öznenin alan ve alanın içindeki öznelerle, objelerle, şeylerle ilişkilenmesi; onlardan etkilenmesi veya onları etkilemesi alan merkezini ilgilendirir. Alan merkezi, bedenin çevresiyle ortak bir örgü içinde sürekli yeniden kurulur.
4- Temas merkez
Temas ile kesişen iki merkez vardır; bunlardan biri sınır, diğeri ise alan merkezdir. Temas, bedenin sınırında doğar. Duyusal olarak bedenimin bittiği yerde başkası benimle temasa geçebilir. Öte yandan iki bedenin temas edebilmesi için bir uzama gerek duyulur; bir alan olmadan iki bedeni tasvir etmek olanaksızdır.Bu kesişimsel noktada iki bedenin buluştuğu yerde yeni bir merkez doğar. Omuza yaslanmak, elleri kenetlemek, ağırlık paylaşmak—bunlar yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal merkezlenmelerdir. İkili temaslarda çoğunlukla özne bu somatik merkezlenmeyi deneyimler. Olay sadece birbirine ağırlık veren, ağırlığını taşıyan veya istemsiz olarak senkron hareket eden, birbirini yönlendiren merkezlerden ibaret değildir. Temasın başladığı noktada yeni bir ilişkilenme, potansiyel ve alışveriş vardır. Duyumsal olarak bu alan, bedenin iç merkezinin dışında, diğer bedende ve bedenle merkezlendiği eşik alanları yaratır.
Özne, bebekliğinde diğer yetişkin öznelerle temas ederek, onları izleyerek hayatı, duyguları, ifadeleri anlamlandırır. Yani insanın insan ile ilişkisi, kendisini tanıma konusunda yapabileceği akıllıca analiz ve gözlemlerden biridir.8 O zaman bu iki bedenin temas ettiği alan, geçirgenlik ve iki merkezin bireyselliği dışında paylaştıkları bir alan açar. Üstte sınır merkez örneğinde verdiğim gibi, başka bir bedenin alanda sınır olduğu ve temasın başladığı noktada hareketin yönü ve hissi de değişir. Başka bir durumda bir beden, kendi merkezini kaybederek başka bir bedenin etrafında orbitlenmeye başlayarak bağımlı bir merkezlenme hali gösterebilir. Bedenler, duyusal olarak belki çoktan okumasını unuttuğumuz bir dili anlar ve ona göre şekillenir.
5- Kolektif merkez
Kolektif merkez, birden fazla bedenin uzamda karşılaşmasından doğar. Bu, somatik araştırmalarda veya ritüellerde olmanın dışında kentin içinde, metroda veya yürüyüşlerde de oluşan bir merkezdir. İstemli veya istemsiz, koreografik veya spontane, bedenler diğer bedenlerden, nesnelerden, uzamdan daimi bir biçimde bilinçli ya da bilinçsiz olarak etkilenir. Öznelden tümele, kolektif merkez hepsini içine alırken; bir yandan da daha kuşbakışı olarak bütün bedenlerin birbirleriyle ve uzamla ilişkilenmesinden kurulan bir merkezdir. Kolektif merkezlenme yalnızca koreografisi önceden belirlenmiş ritüellerde değil; doğaçlama dans eden bedenlerde, sınıf içindeki akışlarda, hatta metrodaki kalabalıklarda da açığa çıkar.
Beden, bu etkileşim sonucunda bir pozisyon alır, hacim kazanır ve yön seçer. Stüdyo içinde doğaçlama dans eden bedenlerin istemsiz tek merkezde toplanmaları sayılabileceği gibi, bedenlerin birbirinden apayrı pozisyonlanmaları da bir kolektif merkezlenme biçimidir. Bir şekilde uzamla kolektif olarak ilişkilenmek söz konusudur.
Durmak ve Hız İdeolojisi
Hız ideolojisinde, beden kendini sürekli optimize etmek, hareket etmek, ilerlemek ve üretmek üzerine zorlama bir sistem üzerinden inşa eder. Durmak kayıp, atalet, eylemsizlik olarak kodlanır. Fakat somatik olarak durmaya veya yavaşlamaya, bedenin ne anlattığını çözmeye çalışmaya zaman tanımak; pasif bir kesintiden ibaret değil, algı ve yönelimin yeniden kurulmasına olanak tanıyan bir alandır.
Kendi deneyimlerimden yola çıktığımda, neoliberal ajandaları içselleştirdiğim ve yavaşlamanın negatif konotasyonlarla geldiği yerde gerçekten bedenimi hissedebilmek için durmak, alan tanımak belki de en zoruydu. Toplanan bilinç akışı yazılara baktığımda, sürekli durmak ile bir derdim olduğu, onu sorguladığım ve olabildiğince reddettiğim bir yerde; teorik olarak bunun yanlış olduğunu biliyordum.Buna rağmen insanın inandığı şeyleri içselleştirmesi ve pratikte hayata dökebilmesi epey bir zaman alıyor bence.
Durmak ile ilgili bu kadar düşüncenin üzerine Han’ın psiko-politika kavramı cereyan etti. Fakat Han’ın optimize edilmiş neoliberal özne kavramını anlayabilmek için Foucault’nun egemen iktidar, disipline iktidar ve panoptikon kavramlarını merceğe almak gerekir. Foucault’a göre, eskiden iktidarın gücü, bedenin toplumsal alanlarda işkencesinden, o güç dinamiğinin görünürlüğünden geçerdi. Beden giyotin edilir: Disiplin ve Ceza’nın ilk sayfasında Foucault bizimle, bir bedenin ata bağlanarak nasıl parçalandığını yazan eski bir metni paylaşır.9 Fakat bu iktidar biçimi şeklini değiştirmiş, bedenleri biyogüç olarak bütün hayata intikal etmiş bir hale dönüşmüştür. Bireyin hayatı bürokratik olarak ele geçirilmiş; doğum yılından ölümüne kadar vatandaşlık numarası altında, okullarda ve toplumda ise zihnin ve bedeninin disipline edildiği bir ilişkilenmeye dönüşmüştür.10
Bu biyogücü tanımlamak için panoptikon örneğini kullanır. Burada panoptikon kavramının nasıl evrildiğine de bakmak gerekir. Bentham’ın panoptikonu, ortasında gözetleme kulesi bulunan dairesel hapishane tasarımıdır. Mahkûm ne zaman izlendiğini bilmez ama sürekli izlendiğini varsayarak davranışlarını düzenler.11 Foucault ise bu mimariyi modern toplumun metaforu olarak ele alır: okullar, fabrikalar, kışlalar, hastaneler gibi kurumlarda birey, her an gözetlenip gözetlenmediğini bilmeden, potansiyel olarak gözetleniyor olma ihtimaliyle hareket eder. Bu belirsizlik bireyin davranışlarını sürekli denetlemesine, bedenini disipline etmesine ve normlara uymasına yol açar.12 Yani iktidarın gücü artık doğrudan şiddetten değil, bireyin kendi üzerinde kurduğu denetimden doğar. Han ise bu modeli modern toplum için açıklayıcı bulsa da, neoliberal çağda yetersiz görür. Ona göre bu dönemde özne, dışarıdan bir gözetim yerine gönüllü öz-disiplinle hareket eder; kişi “özgürlük” adı altında kendi kendini sömürür. Han’a göre artık bir panoptikon yoktur. Neoliberal denklemde özne, “kendinin en iyi versiyonu” mottosunun pazarlanışıyla olabildiğince topluma karışır ve bunu bir gözetleme olmadan, aksine, içtenlikli bir istekle gerçekleştirir. Böylece özne kendi kendini optimize eder.13
Burada bu kavramlara yönelmemin nedeni, neoliberal öznenin duyumsamak ve algılamak için durmaya zaman ayırmamasıdır. Bunu en iyi kendi deneyimimden biliyorum. Verimlilik ideolojisi, özneyi durduğu an suçlu hissettiren; sürekli uyarılma ihtiyacıyla yaşayan, üretken oldukça anlam kazandığını sanan ama içi giderek boşalan bir varlığa dönüştürür. Özne, kendiyle birkaç dakika bile baş başa kalamaz çünkü durduğu anda bedeninde ve zihninde belirenleri taşımakta zorlanır. Bu yüzden somatik deneyimler elzem bir hâle gelir: özneye durmanın, duyumsamanın ve unutturulan bir dili anlamlandırmanın imkânını sunar. Neoliberal bağlamda ise durmak bile evcilleştirilmiş; “öz farkındalık” ve “optimizasyon” jargonları altında yeniden pazarlanmıştır. Bu bağlamda özne, duraksamalarını bile performans ve verimliliğe hizmet eden anlar olarak kurgular. Durmak bu nedenle bir spektrumdur: keskin bir duraksama değil, harekete anlam katan bir ara. Bu aralık bedeni yeniden merkezlenmeye, yeniden yön bulmaya çağırır.
Sonuç
Bedenlere durabilecekleri, duyumsayabilecekleri alanlar ve zamanlar bırakmayı bir süredir unuttuk. Bütün bu spekülatif notlarımın dışında hepsinin bağlandığı tek nokta, artık bedene gerektiği tahakkümü ve duyumsayacak alanı, zamanı verebilme ihtiyacı oldu. Ponty’e göre Kartezyen sistemin içselleştirilmesi ile bedenin diline doğrudan sırtımızı döndük. Bu sebeple, sözlü olarak aktarılması gereken karşılaşmalar veya literatür ile anlamlandıracağımız bilgilerin aktarımı kesildi. Yerine ise yalnızca akli ve olgusal olanı doğru sandığımız bir realite inşa ettik. Ponty’nin düşünceleri ile somatik araştırmaların birbirini tamamlayan yanları bedenin diliyle yeniden temas kurabilmek için bir olanak sunar. Ponty’nin düşünceleri ile somatik araştırmaların açtığı alanlar, bu ikiliği dikotomik olarak değil birbirini tamamlayıcı algılamamızı sağlayarak beden ve zihni biricik bir bütünlük içinde kavrama olanağı verir. Böylece insan, sadece düşünen bir zihin ya da hareket eden bir nesne değil; duyumsayan, hisseden ve topolojisinde çok-merkezli bir biçimde var olan bir özne olarak yeniden anlam kazanır. Altı aylık, merkez üzerine yaptığımız araştırma sonucunda da bu duyumsama alanlarının kritikliğini denemiylerken, teorik ve pratik olanın birbirini tamamlayan bir hâle geldiğini fark ettim. Bu pratiklerle bedenin unutturulan dilini öğreniyoruz.Yalnızca olgusal olanlı değil, duyumsananı da denkleme dahil edilince, bu ikiliği içselleştirdiğimizde, hayatı bütünsel bir yerden kavrıyor olabileceğiz..
1Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, çev. Ömer Aygün (İstanbul: Metis Yayınları, 2017), 15. Bkz. René Descartes, Méditations métaphysiques, ikinci meditasyon, ed. A. T, cilt 9 (Paris: Vrin, 1996), 23 ve devamı.
2Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, çev. Ömer Aygün (İstanbul: Metis Yayınları, 2017), 15
3Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, trans. Colin Smith (London: Routledge Classics, 2002 [1962]), 295.
4Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, çev. Ömer Aygün (İstanbul: Metis Yayınları, 2017), 30 ayrıca bkz. Jean-Paul Sartre, L’Être et le Néant, 667
5Bonnie Bainbridge Cohen, Sensing, Feeling, and Action: The Experiential Anatomy of Body-Mind Centering (Northampton, MA: Contact Editions, 1993); Moshé Feldenkrais, Awareness Through Movement (New York: Harper & Row, 1972); Edward S. Casey, Remembering: A Phenomenological Study (Bloomington: Indiana University Press, 2000).
6Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, trans. Colin Smith (London: Routledge Classics, 2002 [1962]), 295.
7Erin Manning, Relationscapes: Movement, Art, Philosophy (Cambridge, MA: MIT Press, 2009).
8Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, trans. Colin Smith (London: Routledge Classics, 2002 [1962]), 162.
9Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, trans. Alan Sheridan (New York: Vintage Books, 1995), 3.
10a.g.e
11Bentham, Jeremy, 1748-1832. The Panopticon Writings. London ; New York :Verso, 1995.
12a.g.e 136
13Han, Byung-Chul, and Haluk Barışçan. Psikopolitika: Neoliberalizm Ve Yeni Iktidar Teknikleri
Kaynakça
Bentham, Jeremy. The Panopticon Writings. London & New York: Verso, 1995.
Casey, Edward S. Remembering: A Phenomenological Study. Bloomington: Indiana University Press, 2000.
Cohen, Bonnie Bainbridge. Sensing, Feeling, and Action: The Experiential Anatomy of Body-Mind Centering. Northampton, MA: Contact Editions, 1993.
Descartes, René. Méditations Métaphysiques. Ed. A. T., cilt 9. Paris: Vrin, 1996.
Feldenkrais, Moshé. Awareness Through Movement. New York: Harper & Row, 1972.
Foucault, Michel. Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Trans. Alan Sheridan. New York: Vintage Books, 1995.
Han, Byung-Chul. Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri. Çev. Haluk Barışcan. İstanbul: Metis Yayınları, 2020.
Manning, Erin. Relationscapes: Movement, Art, Philosophy. Cambridge, MA: MIT Press, 2009.
Merleau-Ponty, Maurice. Algılanan Dünya. Çev. Ömer Aygün. İstanbul: Metis Yayınları, 2017.
Yorumlar